TurcoPundit

US foreign policy and Turkish-American relations
ajp1914@yahoo.com
Home
Foreign Press Review
Şanlı Bahadır Koç


This page is powered by Blogger. Isn't yours?
Pazartesi, Mayıs 26, 2003
 
G-ABD 26 Mayıs
Türk-Amerikan İlişkileri

Türkiye’nin ABD ile hangi konularda, şartlarda ve ölçülerde işbirliği yapması gerektiği konusu tartışılmaya devam etmektedir. Ankara’nın 1) Washington ile hemen her koşulda beraber hareket etmesinin mümkün, gerekli ve arzulanır olduğunu, ve temelde çıkarlarının ve dünya görüşünün paralel olduğunu savunanlar, 2) Washington’a, başta Orta Doğu’daki projesi olmak üzere, karşı çıkılması ya da en azından işbirliğinden kaçınılması gerektiği, çünkü Washington’un dizaynının Türkiye’nin aleyhine olduğunu, ahlaki olmadığını ve Türkiye’nin başka alternatifleri olduğunu savunanlar, 3) Washington’la işbirliğinin konuya, zamana, Türkiye’nin çıkarlarına, Washington’un Türkiye’ye yaklaşımına, mevcut alternatiflere, Türk kamuoyunun o konuya bakışına göre değişmesi gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. Türkiye, ABD’yi dengelemeye yönelik dünya kamuoyunda hali hazırda oluşan, bazı devletler arasında da embriyonik safhadaki gruplaşmanın bir parçası olmalı mıdır, olabilir mi ve olursa bunun sonuçları neler olabilir? ‘Yumurtaların hepsini bir sepete koymak’ mı yoksa ‘kimseye tam yaranamadan ortada kalmak mı?’ ABD’ye direnmek ve/veya öyle görünmek Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır mı? Bu konuda şu fikirler öne sürülmektedir: AB üyesi ülkeler Türkiye’nin ABD’ye belli ölçüler ve şartlarda direnmesinden a) sadece memnun olurlar ama bu AB üyeliğini sağlayacak ya da çabuklaştıracak boyutlarda olmaz, b) Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır, kolaylaştırır, hızlandırır. Ankara’nın Washington ile, bazı Avrupa ülkelerinin gözünde ‘fazlasıyla’ yakın olması, AB’nin Türkiye’nin üyeliği ile dirençlerinden sadece birisidir ve muhtemelen en önemlisi de değildir. Türkiye’nin büyüklüğü, fakirliği, kültürel ve politik farklılığı ve içinde yaşadığı problemli coğrafya AB’nin Türkiye’nin üyeliğinin önünde daha önemli engeller olarak görülmelidir. Türkiye ABD’ye Avrupa’yı mutlu etmek için değil kendi çıkarları öyle gerektirdiği için direnmelidir. Avrupa’ya yakınlaşmak ABD ilişkilerin her zaman alternatifi olmak zorunda değildir ama bundan kaçınmanın çok zor olduğu durum ve konular da bulunmaktadır ve transatlantik ilişkilerindeki problemler arttıkça Türkiye bu tercihle daha sık karşıklaşmaya başlayabilir.

Türkiye’nin içinde çok-kutuplu bir yapı olması Washington’a zaman zaman bu kutupları birbirine karşı kullanma ve onların çelişkilerinden kendi lehine istifade etme fırsatı verebilir. Washington, ‘kim benim politikalarımı desteklerse ağırlığımı onun lehine koyacağım’ diyerek ülke içindeki siyasi denklemin bir parçası olabilir. Amerikan Yönetiminin direk veya dolaylı müdahalelerle Türkiye içindeki asker-sivil, hükümet-muhalefet, laik-İslamcı, liberal-devletçi ya da reformcu-muhafazakar tartışmalara ve güç dengelerine etki yapabileceği bilinen bir gerçektir. Ancak bu müdahaleler her zaman beklenen etkiyi yapmayabilir. Amerika’nın yukarıdaki tartışmalarda tercih ettiği görüş ve kurumlar Washington’un desteğine rağmen ve hatta bazen bu nedenle tartişmaları kaybedebilirler. Washington, zaman zaman dile getirdiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve modernleşmesi ile kendi çıkarları arasında gerçekten doğrudan bir ilişki görmekte midir, yoksa bu konular üzerine aslında yeterince düşünmemiştir de sadece ‘tribünlere duymak istediği şeyleri söylemekte’ ve gerektiğinde bu açıklamalarından kolayca sapabilir mi? Washington’un şu gerçeği kabul etmesi gerekir: Türk demokrasinin gelişmesi ile Türkiye Amerikan politikalarının bir parçası olmaya daha az istekli olabilir ya da en azından bu politikalara verdiği destek eskisi kadar otomatik, şartsız ve kolay olmayabilir. Orta Doğu’daki diğer ülkelerdeki boyutta olmasa da, Türkiye’de demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi Amerikan taleplerine eskiden olduğuna göre daha fazla karşı çıkmaya istekli ve kararlı, olayları Amerikan gözlükleri dışında görmeye açık, AB üyeleri ile ilişkileri ilerlemiş bir Türkiye ortaya çıkabilir. 1991’deki savaştan kalan geriye kalan hatıralar Türkiye’nin Irak harekatındaki tavrını şekillendiren faktörlerin belki de en önemlisi olmuştu. Tarihin hesabını görmek anlaşılır ve haklı bir istektir ama bunun hayat geçirilebilirliği şüphelidir. Washington, ABD ile beraber hareket etmenin Türkiye’ye elle tutulur ve uzun dönemli getirileri olacağını göstermelidir. İki ülke arasındaki güven eksikliğini azaltmak için daha fazla diyalog, açıklık, gerçekçilik, samimiyet, ‘güven arttırıcı önlemler,’ karşılıklı saygı, ülkelerin ortak çıkarları hakkında daha mütevazi olmak gerekmektedir. İlişkilerin ortak çıkarlar ve değerler üzerine bina edilmesi gerekir. Böyle olmazsa ilk sarsıntıda zarar görebilir ya da en az bir tarafı hayalkırıklığına uğratabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Mayıs 23, 2003
 
G-ABD 23 Mayıs
BM Güvenlik Konseyi’nin Ambargo Kararı

Birleşmiş Milletler’de Irak’a yönelik ambargo ile ilgili karar beklenen ve olumlu bir adımdır ve ABD için önemli bir başarı olarak kabul edilmelidir. Bir yıl sonra tekrar gözden geçirme şartı konması ABD tarafından verilmiş küçük bir ödün olarak görülebilir. Ancak ABD ambargo kalktıktan sonra Irak’taki insani durumun düzelmesi konusunda artık daha büyük bir sorumluluk altına girmektedir. Ambargonun kaldırılması diğer büyük devletlerin Irak harekatının meşruluğunu kabul ettikleri anlamına gelmemektedir ama Irak’taki fiili durumu kabullendiklerini göstermektedir. BM kararı, Fransa, Almanya ve Rusya’nın oluşturduğu cephenin delindiği ya da parçalandığı anlamına gelmemelidir. Bu ülkeler beraber hareket etmeye önemli ölçüde devam edeceklerdir. Ama bir yandan da Irak’taki fiili durumu görmezlikten gelemezlerdi. Eğer bu ülkeler ambargonun kalkmasını engelleselerdi özellikle transatlantik ilişkilerindeki kriz de iyice kontrolden çıkabilirdi. BM’de yeni bir kriz bu kurumu bu kez belki ölümcül bir şekilde yaralayabilirdi. Ayrıca Amerikalılar tarafından da Irak’taki insani durumun kötüleşmesinden sorumlu tutulabilirlerdi. Savaş öncesi dönemde yaşanan çekişmeler seyirciler kadar oyuncularda da bir tür yorgunluk ve bıkkınlık yaratmış ve aynı oyunu oynama isteğini azaltmıştır. Bu arada Fransız ve Alman iş çevreleri kendi hükümetlerine Washington ile ilişkileri düzeltmeleri için baskı yapmaktadır. Gerçi her iki ülkede de kamuoyları hala ezici şekilde ABD’nin Irak harekatının yanlış olduğunu düşünmeye devam etmektedir ancak iş dünyası Washington’un gazabını çekme ihtimaline karşı daha duyarlıdır.

Karar Irak’ın siyasi gelişimi ve petrol gelirlerinin kullanımı konusunda koalisyona, belki ilk başta istediğinden az olsa da, hala çok ciddi hak ve yetkiler vermektedir. Karar ile beraber koalisyon başta BM olmak üzere bazı uluslararası kurumları ucundan da olsa işin içine sokmuş olacaktır. Sınırlı da olsa BM özel temsilcisi de savaş sonrası düzenin bir parçası olacaktır. Zamanla, ABD Irak’ta işlerin zorluğunu anladıkça bu işin altından tek başına kalkamayacağını düşünerek ‘uluslarası toplumu’ bu kararın ötesinde boyutlarda bile olayın içine katmaya istekli olabilir. Eğer tersi olur ve ABD zafer sarhoşluğundan tam kurtulamadan Irak’ın geleceği konusunda ‘açık çek’ aldığını ve her halükarda fiili olarak engellenemez olduğunu düşünür ve başta BM olmak üzere diğer kurumları kararın muğlak bıraktığı noktaları zorlayarak sürecin içine pek sokmaz ise şu an için bir parça durulmuş gözüken ilişkiler tekrar gerilebilir. Avrupa ülkeleri ganimeti Washington’a kaptırıp ‘bulaşıkçılık’ yapmak istememektedir. Eğer ABD’nin ‘her şeyi isteyen tavrı’ devam ederse Irak’ın yeniden yapılanma sürecine katkı yapmaktan kaçınacaklardır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Mayıs 22, 2003
 
G-ABD 22 Mayıs
Doların Düşüşü ve Dünya Ekonomisi Üzerine Notlar

Doların euroya karşı yüzde kırka yakın düşüşünün nedenleri önemli ölçüde ekonomik olsa da ve hatta kısmen Amerika’nın iraadesi ile gerçekleşse de bunun ekonomiyle sınırlı kalmayan sonuçları olabilir. 90’lı yıllarda dünyadaki büyümenin üçte ikisine yakınını tek başına ABD gerçekleştirmişti. Bugünse ABD diğer büyük ekonomilerden göreceli olarak hala daha dinamik bir görünüm çizse de Amerikan ticaret açığı sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır. Washington, Soğuk Savaşın en hızlı zamanı olan 60’lı yılların başında ekonomisinin yüzde sekizden fazlasını savunmaya harcıyordu. Bugün bu rakam yüzde dördün altındadır. Ancak bu bile dünya toplamının yarısına yakınına tekabül etmektedir. Ancak doların dünya piyasasındaki ‘tek tabanca’ durumunun ortadan kalkması, dünyanın dolarla ‘dolup taşması’, ve hatta belki Amerikan politikalarına duyulan tepkinin de bir sonucu olarak bazı devletlerin rezervlerindeki dolarlarını azaltması, kesin rakamlar bilinmese de bazı iddialara göre yüz milyarlarca doları aşkın petro-doların 11 Eylül’den sonra ABD’yi terketmesi, başka bir çok başka faktörle birleşerek Amerikan ekonomisinin önemli temel taşlarından birinin sorgulanmasını beraberinde getirebilir. Amerika için, ürettiğinden ve dışarıya sattığından çok daha fazlasını tüketme ve dışarıdan satın almaya alıştığı günlerin sayısı azalmış olabilir. Bu arada doların değer kaybı nedeniyle Avrupa’nın ticari anlamda rekabet gücünün azalması tam da ekonomisindeki durgunluk riskinin arttığı bir döneme rast gelmiştir. Özellikle Avrupa’nın en büyük ekonomisi olan Almanya’daki durgunluğun euro bu kadar güçlüyken ortadan kalkması çok daha güç olacaktır. Japonya ise zaten on yılı aşkın bir zamandır neredeyse hiç büyümemektedir.

Avrupa ve ABD ekonomileri arasındaki bağ belki de her zamankinden daha güçlüdür. Ama bu ekonomik karşılıklı bağımlılığın aradaki problemleri absorbe edecek bir mekanizma oluşturması otomatik ve hatta kaçınılmaz olmayabilir. Karşılıklı bağımlılığın artması işbirliğini olduğu kadar karşılıklı güvensizliği de beraberinde girebilir.Ve hatta birbirlerinin makroekonomik ve ticari hamlelerinden bu kadar çok ve çabuk etkilenen bu iki güç ilişkilerinde ekonomi kaynaklı da problemler yaşayabilirler. Özellikle birbirlerine duydukları güven azalmaya devam ederse, kazanç ve kayıbı mutlak değil göreceli anlamda görmeye meyilli olabilirler: ‘Ben kazanıyorum, ama o benden daha fazla kazanıyorsa bunu istemiyorum’ ya da ‘ben kaybediyorum ama o benden de fazla kaybediyor, öyleyse durum o kadar da kötü değil’ diye düşünmeye başlarlarsa transatlantik ilişkilerin ‘çivileri’ asıl o zaman yerinden oynayabilir. Bu durum kaçınılmaz ve hatta muhtemel değildir ancak giderek artık kolayca savuşturulabilecek kadar uzak bir olasılık olmaktan da çıkmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Mayıs 20, 2003
 
G-ABD 20 Mayıs
El Kaide Nereye Gidiyor?

Suudi Arabistan ve Fas’taki bombalı saldırılara rağmen aslında 11 Eylül’den bu yana uluslararası terörizmin ve özellikle de ABD’ye zarar verecek türden eylemlerin gerek sayı gerekse büyüklük olarak azaldığı iddia edilebilir. Bu durumun, 11 Eylül’den sonra ABD’nin uyguladığı stratejilerin başarılı olduğu anlamına geldiğini söylemek için henüz erken olsa da, son bir buçuk yılda ABD’de büyük çaplı bir terör eyleminin gerçekleşmemiş olması dikkate değerdir. ABD dışından bu ülkeye gelenlerin hayatlarını epey zorlaştırmış olsa da havaalanlarında, vize ve pasaport işlemlerindeki artan sıkılık, bu ülkedeki Müslümanların ve özellikle Arapların yakından takibi, politize olmuş Müslüman grupların içlerine muhbirler yerleştirilmesi ya da en azından öyle olabileceği düşüncesi El Kaide’yi bu ülkede daha temkinli davranmaya itmiş olabilir. El Kaide, ABD içinde büyük çaplı eylemlere girişmek istiyor da bu amacına ulaşamadı mı, yoksa bu yönde ciddi bir çabası olmadı mı? Eğer ABD içinde büyük bir eylem olmadan birkaç yıl daha geçerse Washington terörle mücadelede önemli bir başarı kazandığını düşünmeye başlayabilir. El Kaide’nin giderek bir örgüt olmaktan çıkıp bir ideoloji, hareket ve hatta marka olma yolunda olduğu iddia edilmektedir.

El Kaide’nin eylemlerini önemli sempatizan tabanı olduğu Müslüman ülkelere yoğunlaştırması buradaki ‘potansiyeli’ realize etmek istemesi kadar Batılı ülkelerde rahat hareket ve haberleşme özgürlüğünün artık eskisi kadar olmamasından da kaynaklanıyor olabilir. Şu ana kadar Afganistan’da ve başka yerlerdeki üsleri ortadan kaldırılmış, örgütün orta ve üst kadrolarından bir kısmı ele geçirilmiş ya da öldürülmüştür. Ele geçirilenlerden alınan istihbarat ile örgütün yapısı, çalışma tarzı ve üyeleri hakkında önemli bazı bilgiler alınmış olabilir. Bu bilgiler ile örgüte kısmen de olsa sızılmış olması muhtemeldir. Özellikle deniz aşırı anlamda haberleşme konusunda daha dikkatli ve muhafazakar olma zorunluluğu örgüt üyelerinin Batılı ülkelerde 11 Eylül sonrasında fazla aktif olmamalarının bir açıklaması olabilir. El Kaide’nin, Avrupa’da sayısı ABD’ye oranla daha fazla olan Müslüman nüfusun arasına sızıp eylemlere girebilecek kapasiteye sahip olduğu düşünülebilir. Ancak şimdiye kadar Avrupa’da önemli bir eyleme girişmemiş olması örgütün Avrupa ile ABD arasında belirgin bir ayırım yaptğı şeklinde yorumlanabilir mi? Deniz aşırı, büyük çaplı ve daha yoğun ve uzun hazırlık gerektiren operasyonlar gerçekleştirmek El Kaide için eskisi kadar kolay olmayabilir. Özellikle Batılı ülkelerde eylem düzenlemek isteyen teröristler, aralarında muhbir olabileceği ya da izlendikleri endişesini daha çok duyabileceklerinden daha az sayıda kişi tarafından düzenlenen ve dolayısıyla daha küçük çaplı eylemlere yönelebilirler. Uluslararası terörle mücadelede başarının değil başarısızlığın haber olduğu, gevşemenin ve ‘zafer ilan etmenin’ hemen her zaman erken olduğu, uluslararası işbirliğinin şart olduğu, askeri ve polisiye önlemlerle terörün etkisinin belki sınırlanabilceği ama kökünün kazınması için başka araçların ve politikaların gerekliliği ve ‘uzun soluklu,’ ve çok yönlü stratejilerin gerekliliği unutulmamalıdır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Mayıs 15, 2003
 
G-ABD 15 Mayıs
Riyad’daki saldırılar – Irak’taki Problemler

Riyad’daki saldırılar ile El Kaide arasındaki ilişkinin şekli ve düzeyi henüz çok açık değildir. Bu eylem tamamen El Kaide’nin midir, yoksa sadece eylem emri mi El Kaide’den gelmiştir? Eylem El Kaide tarafından planlanmış ama başkaları mı uygulamıştır, yoksa sadece El Kaide’den mi esinlenmiştir? Riyad saldırılarının bir dizi yeni eylemin başlangıcı olabileceği düşünülmektedir. El Kaide’nin yakın dönemdeki suskunluğu ciddi güç kaybettiği şeklinde yorumlanmaya başlanmıştı. Bu arada El Kaide’nin neden Irak harekatı sırasında değil de şimdi eyleme geçtiği sorusu akla gelmektedir. Buna cevap olarak aşağıdaki ihtimaller sıralanabilir: 1) El Kaide başka olaylara tepki vermek yerine eylemlerin zamanlama ve temposunu kendisi belirlemeyi tercih etmektedir, 2) Bu eylemler uzun planlama ve hazırlık gerektirmektedir ve dolayısıyla ‘her istendiğinde’ gerçekleştirilmesi kolay değildir, 3) El Kaide, Irak harekatı ile ABD’ye Arap ve Müslüman dünyada duyulan tepki ve nefretin iyice artmasını beklemiş ve şimdi eylemlere geçmiştir. Filistin barış sürecinde bir tıkanma gerçekleşirse bu belki El Kaide ve diğer örgütlerin eylemlerinin büyüklüğünü ve sıklığını çok fazla etkilemeyebilir ancak aynı eylemlerin Arap kitleleri üzerindeki etkisini arttırabilir.

ABD’nin Irak’taki askeri zaferinin terörle mücadele açısından, en azından kısa ve orta vadede, önemli bir getirisi olmayabileceği iddia edilmektedir. ABD’nin S.Arabistan’daki askeri varlığını azaltmaya hazırlandığı bir dönemde gelen bu saldırılar süreci tersine mi çevirir yoksa hızlandırır mı sorusu sorulmaktadır. Şu an için ABD’nin Irak’ın yeniden kurulması ve bunun için şart olarak görülen asayişin tesisi ve temel hizmetlerin hiç değilse savaş öncesindeki seviyeye gelmesi konusunda önemli bir başarısı olduğu iddia edilemez. Irak’ta kitle imha silahları bulunamamış olması, BM ve önde gelen ülkelerle Irak’ın geleceği, ambargonun kalkması, silahsızlanma, Irak’ın borçları gibikonularda yaşanan temel anlaşmazlıklar ve Irak’lı Şiilerin genelde beklenen daha sesli ve güçlü bir grup olarak ortaya çıkması Washington için aşılmaz değil ama can sıkıcı gelişmeler olmuştur. Barış sürecinde sürpriz olmayan tıkanmayı aşmak için ABD’nin ciddi bir planı ve iradesi olduğuna dair bir işarete de rastlanmamaktadır. Riyad’daki eylemlerin arkası gelirse Washington Irak harekatının muhasebesini yaparken savaşın hemen sonrasındaki iyimserliğini koruyamayabilir. 2004 seçim kampanyası ilerledikçe Bush için Irak’ta askeri zaferi kazanmış olmak sonrasında siyasi düzeni kuramamış olmaya göre daha az hatırlanan bir nokta olabilir. Orta Doğu’daki ‘düzensizlik’ Amerikan ekonomisinde istenen büyüme gerçekleşmezse daha da çok göze batabilir. Çok az insan bunu kabul etmek istese de ABD’nin başarısız olmasını isteyenler sadece düşmanları ya da rakipleri değildir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Mayıs 09, 2003
 
G-ABD 9 Mayıs
Wolfowitz’e Devam

Wolfowitz’in demeci hakkında ne kadar olumlu düşünülmeye çalışılırsa çalışılsın ciddi bir rahatsızlık duyulmaması zordur. Amerikan yönetiminin Irak krizinde Tük-Amerikan ilişkilerinin aldığı yara ile ilgili olarak kendisinin hiçbir kusuru olmadığını iddia etmesi ilişkinin geleceği açısından hiç umut verici değildir. Wolfowitz eğer sadece ‘biz de kendi payımıza özeleştiri yapıyoruz, bizim de hatalarımız olmuş olabilir, bunları tartışalım ve ilişkimizin geleceğini zehirlemesine izin vermeyelim’ şeklinde bir ifadede bulunsa idi demeç kabul edilir olabilirdi. Ancak mevcut durumda Amerikan yönetiminin Türkiye ile ilişkileri düzeltme gibi bir önceliği ve arzusu olmadığı görülmektedir. Washington, ‘ancak benim pozisyonuma gelirsen aramız düzelebilir’ demektedir. Acaba Washington, Ankara’nın kabul edemeyeceğini bildiği önşartlar öne sürerek Irak’taki Kürt gruplara yönelik planladığı gelişmeler için ortam mı hazırlamaktadır? Washington, Türkiye’ye ‘sert yaparak’ onu ‘terbiye etmeye’çalışmaktadır. Washington Türkiye’den beklemediği bağımsız, çok yönlü ve aktif politikayı daha doğarken boğmaya çalışmaktadır. Eğer bu sert çıkışa boyun eğilirse Türkiye Irak krizinde başka bazı şeylerden fedakarlık ederek bağımsızlık anlamında kazandığı mevzilerini kaybetmiş olacaktır. Bu durumda ‘eğer yine birinci kareye döneceksek o halde o fedakarlıkları yaptık’ sorusu sorulabilecektir. Ordu’nun tezkereyi daha aktif desteklemesi geektiği yolundaki açıklamaları özellikle rahatsız edicidir. Bu demeç ile ABD nasıl bir Türkiye görmek istediğini -belki de farkına varmadan- açığa vurmuştur. Buna göre, eğer siviller ‘yeterince’ Amerikan yanlısı olamayacaksa, tarihsel olarak Amerika ile ‘yakın’ ilişki içindeki askeri kanat müdahale etmelidir.

Tüm bu rahatsızlıkları sıraladıktan sonra şu anda yapılması gereken ne olabilir? 1) AB’ye ama ille de ‘üyelik perspektifi’ ile değil, taktik olarak, yaklaşılmalıdır. Avrupa Türkiye ile Amerikan gücünü dengeleme amaçlı bir ilişkiye girerse bunun hemen üyeliği de içereceğini düşünürek aslında olabilecek boyutta bir ilişkiden kaçınabilir. Bu nedenle Avrupa’yı üyelikle ‘ürkütmeden’ Amerikan kontrolsüzlüğüne karşı işbirliği yolları aranmalıdır. 2) Türkiye’nin rahatsızlığı Amerikan kamuoyuna, belki de dolaylı olarak, duyurulmalı ve bu yolla Amerikan yönetimi Amerikan kamuoyuna şikayet edilmelidir. ‘Bu tavırlarla zaten sayısı sınırlı dostlarınızı da kaybediyorsunuz. Yakında etrafınıza baktığınızda küçük birkaç ülke dışında kimseyi bulamayacaksınız. Bu gidişat iyi değil. Türkiye Irak harekatına önemli katkılar yapmıştır’ mesajları verilmelidir. 3) İncirlik’le ilgili olarak buardaki Amerikan varlığının sona erdirilmesi ya da önemli ölçüde azaltılması Türkiye’nin amacı olabilir. Ancak bu süreç olabildiğince ‘kibar’ bir şekilde yürütülmelidir. Türkiye’nin bu konudaki istekleri ve kararları Washington’a iletilmeli, bu süreç belli bir zaman yayılmalı ve oldu-bittilerle değil karşılıklı anlayış içinde gerçekleşmelidir. Bu konuda fevri ve kırıcı davranmanın Türkiye’ye yarardan çok zararı olabilir. Amaç şu anda Amerika’yı zaten çok etkilemeyecek bir ceza vermek değil ‘kavgasız-gürültüsüz’ bu problemden kurtulmak olmalıdır. 4) Suriye ve İran ile ilişkilerim içeriği Washington’la paylaşılmalı ancak bu konuda Amerikan vetosu ve tehditleri kabul edilmemelidir. Washington’a )Türkiye’nin problemli olduğu ülkelerle sahip olduğu ilişkiler, b) ABD’nin Suriye ve İran ile kimi gizli kimi açık temasları hatırlamalıdır. 5) ABD’nin Türk ordusundan beklentileri ile demokratik ve net bir çıkış yapılmalıdır. “’Hem ‘Orta Doğu’ya demokrasi getireceğim’ diyorsun, hem de Türkiye’de sivil otoritenin altında olması gereken ordudan normal bir demokraside kabul edilemeyecek rolle oynamasını istiyorsun. Burada bir çelişki yok mu?” diye sorulmalıdır. 7) Belki Türkiye’nin de, hem direk resmi sorumluluğu olmayan ve dolayısıyla günün sonunda sahiplenilmesi şart olmayan, ama aynı zamanda Türkiye’nin diplomatik olmayan mesajlarını iletebilecek kendi Richard Perle’ünü bulmasına ihtiytaç vardır. Bu arada, küçük ama önemli bir dipnot olarak denebilir ki, Wolfowitz’in Türkiye’yi ‘fırçalamasından’ memnun olanlar bunu hiç değilse gizlemeye çalışabilirlerdi. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Mayıs 07, 2003
 
G-ABD 7 Mayıs 2003
Wolfowitz’in Demeci

Paul Wolfowitz’in demeci hakkında aşağıdaki değerlendirmeler yapılabilir: 1) Wolfowitz Amerikan dış politikasının Başkan Bush dahil en önemli üç-beş isminden biridir. 2) Wolfowitz’in söylediklerinin bir kısmı cansıkıcı ve ‘küstahça’ ama yine de çok önemlidir. Bu demeçler kişisel görüşler ya da ağızdan kaçan ifadeler değildir üzerinde tartışılmış ve düşünülmüş ve çok muhtemelen Başkan Bush’un bilgisi dahilindeki pozisyonları yansıtmaktadır ve önümüzdeki dönemde Washington’un Ankara’ya nasıl yaklaşacağının ipuçlarını yansıtmaktadır. 3) Mevcut Amerikan yönetiminin cezalandırma güdüsü oldukça güçlüdür. 4) Amerikan yönetimi Türkiye’nin burnunu sürtmek ve onu ‘kıvama getirmek’ istemektedir. 5) Amerika’ya karşı olmakla onun istediklerini kayıtsız-şartsız kabul etmek dışında başka şıklar da olmalıdır. Türkiye sadece bu iki seçeneğe mahkum değildir. 6) İlişkilerin Irak krizinden önceki seviyeye gelmesi çok güçtür. 7) Ancak ilişkinin yeniden tanımlanmasının ilk adımı karşılıklı suçlamalar olmamalıdır. 8) Veya ilk adım bu olacaksa da tarza çok dikkat etmelidir. ABD Türkiye’den çok güçlü olabilir. Ancak bu Washington’un Türkiye’ye ders verir bir tarzla konuşmasını gerektirmez. 9) Böyle olursa Türkiye de Washington’dan şikayetlerimizi, kırgınlıklarımızı, isteklerimizi ve sınırlarımızı dile getirmelidir. Yoksa hem kendimizi hem de hem de Amerikalıları ‘tüm suçun bizde’ olduğuna inandıracağız. 10) Amerika gözünde stratejik önemimizin azalması sanıldığı kadar korkutucu bir gelişme olmayabilir. Türk dış politikasının amacı ABD gözünde değer kazanmak ve bunu korumak değil ülkenin çıkarlarını korumak olmalıdır. Bu ikisi ille de çelişmek zorunda değildir ama çelişmesi de pekala mümkündür. 11) Sonuç itibariyle Wolfowitz’in konuşması ilişkinin düzelmesi için yeterince yardımcı olmamıştır ve iyi ve doğru bir başlangıç değildir. 12) Röportajı yapan gazetecilerin Wolfowitz’i sıkıştıracak hemen hiçbir soru sormamış olmaları gazetecilik açısından kaçırılmış bir fırsat olmuştur. Pentagon’un iki numarasının söylediklerine karşılık olarak ‘evet sayın Wolfowitz ama...’ diye başlayan çok daha fazla soru sorulabilirdi. 13) Türkiye kontrolden çıkmış ABD’yi yatıştırma, karşı çıkma ya da belli bir karar vermeden şekilsiz bir tepki vermek gibi şıklarla karşı karşıyadır. 14) Türkiye’nin ABD ile daha sağlıklı bir ilişki kurması sancısız bir süreç olmayacaktır. Washington’un Türkiye’nin eskiye göre daha bağımsız davranma arzusundan rahatsız olması doğal ve hatta kaçınılmazdır. 15) Washington Türkiye’nin eskiye oranla daha mesafeli yaklaşımına hemen alışamayabilir ve bu geçiş döneminde Türkiye’yi ‘üzebilecek’ adımlar da atabilir. Dünyanın tek süper gücünün direk kontrol alanından çıkma çabası maliyetsiz ve risksiz bir süreç değildir ama gereklidir.

ABD’den Türkiye’nin K. Irak’taki askerlerini çekmesi yönünde daha net bir talep gelirse Türkiye nasıl tepki verecektir? 1) Duymazdan gelmek, 2) Kısmen çekilmek, 3) Belli şartlar öne sürmek, 4) Belli bir tarih vererek o zaman çekilmek, 5) Net olarak karşı çıkmak, 6) Aslında asker bulundurmaya devam etmek ama çekildiğini iddia etmek. 7) Askeri varlığın şeklini büyük üsler yerine az sayıda askerden oluşan seyyar timlere çevirmek. 8) Geri çekilmek. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Mayıs 02, 2003
 
G-ABD 2 Mayıs
Amerikan Hegemonyası - Türkiye’de Liberal-Şahin Tartışması

Amerikalıların dediği gibi, ‘bir şey ördek gibi yürüyor ve ördek gibi vaklıyorsa o şey büyük ihtimalle ördektir’. Bush Yönetiminin amacı Amerikan hegemonyasını güçlendirme, uzatma ve derinleştirmektir. Bunun aksini iddia edenler, insan ne kadar çaba harcarsa harcasın, bir noktadan sonra inandıramamaktadır. Öte yandan Amerikan hegemonyası ille de ve otomatik olarak karşı çıkılması gereken bir şey de olmayabilir. Tek kutuplu bir dünya, hegemon gücün ‘damarı çatlamaz’ ve kendini kuralların üstünde ve ötesinde görmezse, Türkiye gibi bir ülke için arzu edilir bir şey bile olabilir. Bush Yönetiminin korkutucu yönü, Amerika’nın kendi koydukları da dahil olmak üzere, kuralları ve kurumları yok sayması ve bunların sadece diğer ‘ölümlü’ devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen şeyler olarak görmesidir. Karşı çıkılması gereken Amerikan hegemonyasının kendisi değil onun kural tanımaz, dizginlenmez, hesap vermez tavırları olmalıdır. Bir devlet hem hegemon hem de ‘saygın ve sorumlu bir dünya vatandaşı’ olabilir. Hegemonluk zorbalık değil başkalarının değer ve çıkarlarını da dikkate alan kural koyuculuk ve bu kuralların bekçiliğidir. Çok kutuplu bir dünya daha fazla istikrarsızlık üretebilir ve büyük devletler arasında çok uzun zamandır yaşanmayan askeri rekabeti ve hatta çatışmayı gündeme getirebilir. Çok kutuplu dünya sistemleri ‘tarihin nisepeten daha yavaş ilerlediği’ zamanlarda bile savaşa daha meyilli olmuştur. Teknolojik, ekonomik ve sosyal gelişmenin giderek ivmesini arttırdığı çağımızda çok kutuplu bir dünyanın barışçı bir şekilde uzun süre sürdürülmesi çok daha zor olabilir. Dolayısıyla kural tanımaz tek kutupluluğun alternatifinin çok-kutupluluk değil ‘hesap veren’ bir tek kutupluluk olması gerekir. Amerikan hegemonyasının yıkılması değil ‘terbiye edilmesi’ gerekir. Bu süreçte Türkiye’nin oynayabileceği ve oynaması gereken roller konusunda Türkiye’de ciddi bir düşünce sığlığı dikkat çekmektedir.

Türkiye’de liberaller ve şahinler arasındaki tartışmada karşı tarafın argümanlarını toptan reddetme şeklinde bir alışkanlık olduğu gözlemlenmektedir. Tamamen de haksız olmayacak bir genellemeyle denebilir ki, Liberaller, mesela AB üyeliği ve Kıbrıs gibi konularda, Batı’nın Türkiye’ye adil olmayan bir şekilde yaklaştığını kabul etmek istememektedirler. Bu isteksizlik onları aslında haklı oldukları konulardaki inandırıclıklarını da zedelemekte ve tüm kusurun bizde olduğunu düşündükleri şeklinde bir intiba yaratmaktadır. Dış politikanın sürekli ödün verilen ve kendi taleplerimizde geri adım atılan bir alan olmaması gerekir. Ama öte yandan da Türkiye, kendi taleplerinin 1) haklılığını, 2) gerçekleşebilirliğini sürekli ama kompleksiz bir gözden geçirme altında tutmalıdır. Ancak şahinler de şu soruyu kendilerine daha ciddi olarak sormalıdırlar: Acaba bazen anlaşmamak, adil olmasa da anlaşmaktan daha kötü bir tercih olabilir mi? Kuşkusuz her konu diğer konularla ilişkili olduğu kadar biriciktir de. Bazı konularda haksız bir barış veya anlaşma hiç anlaşmamaktan daha iyi olabilir, başka bazılarındaysa haksız dahi olsak gücümüz varsa bazı taleplerden geri adım atmamak gerekebilir. Türk dış politikasının organize edici prensibi şahinlik ya da liberallik değil pragmatizm olmalıdır. Her konu kendi şartları içinde değerlendirilmelidir. Türk dış politikası bazı sıkı ve değişmez prensiplerin ‘otomatik pilotuna’ bağlanmamalıdır. Öte yandan, Batı’nın bize taraflı ve mesafeli yaklaşması bizim kendi kusurlarımızı ve eksikliklerimizi görmemize engel olmamalıdır. Türkiye kendini dışarıdan empoze edilen ve Türkiye’nin çıkar ve şartlarına uygunluğu tartışmalı reçeteler olmadan da yenileyebilmeyi nasıl öğrenecektir. Artık bir klişe olan, ama bu yüzden yanlış olduğu da söylenemeyecek, ‘kendimi yenilemeyi onlar istiyor diye değil, bunu şeklini ve zamnlamasını enine boyuna tartıştaktan sonra ve benim için yararlı ve hatta gerekli olduğu için istiyorum’ sloganını nasıl hayata geçireceğiz? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Mayıs 01, 2003
 
G-ABD 01 Mayıs
Orta Doğu, ABD ve Türkiye

1) ABD’nin Irak’a yerleşmesi Türkiye için direk bir askeri tehdit değildir. Ancak Washington’un Irak’taki varlığı ile beraber dolaylı olarak, Türkiye’nin manevra alanı, ‘pazu gösterme’ ve kırmızı hatlar çizme serbestliği ciddi olarak azalabilir. Amerika’nın gelişiyle Türkiye’nin ‘mahalledeki’ en önemli güç olma özelliği sona ermiştir. ABD’nin varlığı, Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerinde bu ülkelerden kaynaklanan önemli bir sorun yaşama ihtimalini azaltacaktır. Bu iki ülke Türkiye ile ilişkilerini iyi tutmak için artık ilave bir nedene sahiptirler. ABD’nin varlığı, Ankara’nın Irak, Kıbrıs ve Ermenistan’da askeri gücü dış politikanın bir unsuru olarak kullanmasını güçleştirebilir. 2) Irak'ta Şiilerin kendilerini gözardı edilemeyecek bir güç olarak ortaya koymaları Türkiye için ne ifade etmektedir? a) ABD, eğer aklında varsa bile Kürt ayrımcılığını desteklemekten kaçınır. Çünkü Kürtler giderse geriye kalan nüfusun yaklaşık yüzde sekseni Şii olacaktır. Washington Şiilerin bu kadar ağırlıkta olduğu bir Irak'ı zaptedemeyeceğini düşünebilir. O halde Kürtlere 'oturun oturduğunuz yerde, bir yere gitmiyorsunuz. Size Bağdat'ta güzel makamlar vereceğim.' (?) b) Kürtler, 'biz 30 yıl Saddam'dan çektik, şimdi bir de Şii fundamentalizmi ile uğraşamayız. Hadi bize eyvallah' demeye daha açık olurlar.

3) ABD yönetiminde Irak üzerindeki Pentagon-Dışişleri farklılığı devam etmektedir. Pentagon, bir an önce yönetimin 'Iraklılara' devredilmesini, Dışişleri ve CIA ise acele edilmemesini istiyor. Pentagon, devir hızla gerçekleşirse kendilerine daha yakın hissettikleri Kürt gruplar ve Çelebi gibi isimlerin parsayı toplayacağını umuyor olabilirler. Dışişleri ise kent kent, kasaba toplantılar yapılmasını, halkın nabzının iyi tutulmasını, etnik ve dini gruplara organize olmaları ve serpilip gelişmeleri için biraz zaman verilmesini ve böylelikle yönetimin halkın gerçekten tanıdığı ve istediği kişilere verilmesinin daha doğru olacağına inanıyor. Dışişleri ayrıca zamanla Şiilerin Amerikan alyhtarlığının törpülenebileceğini, yıllardır Saddam baskısı altında tam yaşayamadıkları dini ve siyasal hakları tattıkça Amerika'nın 'değerini daha iyi anlayacaklarını', bu arada ABD ile diyalog kurmaya istekli Şiilerin sayısının artacağını, iktidarın devir işleminin daha düzenli ve derli toplu bir şekilde olacağını, Bosna, Timor gibi yerlerdeki tecübelerin seçimlerin çabuk olmasının olumsuz sonuçlar doğurduğunu gösterdiğini iddia ediyorlar. 4) Başkan Bush mesajında ‘soykırım’ kelimesini kulanmadı ama Ermeni Yasa Tasarısı bu yıl atlatılsa bile ileride önümüze gelmeye devam edecektir. Bu konuda Türkiye’nin önünde kabaca dört seçenek olduğu söylenebilir: a) Dikkate almamak, b) gürültü çıkarmak, c) karşı yaptırımlarda bulunmak, d) kabullenmek. 5) Orta Doğu barış düreci ile ilgili Amerikan yönetiminden ve Sharon’dan gelen yol haritaları ve ‘mırıldanmalar’ biz umutlandırmalı mı? Yoksa bunlar bağlayıclığı, inandırıcılığı ve geleceği olmayan açılımlar mı? Eğer kronik iyimserlerden değilseniz şu an için heyecanlanmak için yeterince bir neden yoktur. Bir barış olsa bile bu muhtemelen daha çok İsrail’in istek ve ‘kırmızı hatları’ çerçevesinde şekillenecektir. Şu an için Kudüs ve mülteciler konusunda ne İsrail tarafında ne de onu zorlayabilecek tek güç olan ABD’de bir irade görünmemektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)