TurcoPundit |
|
US foreign policy and Turkish-American relations Şanlı Bahadır Koç
Archives
|
Pazartesi, Haziran 30, 2003
G-ABD 30 Haziran Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve Modernleşmesi Türkiye’nin demokratikleşmesi, ordusunu küçültmesi ve modernleştirmesi, komşularıyla daha yumuşak ilişkiler geliştirmesinin ABD ve Avrupa’nın zoruyla olması doğru olmayabilir. Çünkü nihayetinde genel istikamet olarak olumlu bu süreçlerin gerçekleştirilmesi kadar, şekli, şartları, zamanlaması ve temposunu da Türkiye’nin kendisi belirlemelidir. Türkiye’ye yukarıdaki ve benzeri konularda dışarıdan yapılan telkin ve baskıların bir kısmı ve hatta çoğu gerçekten iyi niyetli ve belli bir çıkar amacı gütmeden yapılmış da olabilir. Ancak bu durumda bile, bu süreçlerin yönetilmesi, Türkiye’nin şartlarına uydurulması, belli garantilere, karşılıklılık ilkesine ve sorumluluklara bağlanması gerekir. Dışarıdan yapılan telkinler ille de yanlış oldukları için değil ama dışarıdan yapıldıkları için, dolayısıyla menfi sonuçlar ürettiklerinde zararı bize dokunacağı için, dışarıdan telkin yapanların sorumluluğu olmadığı için, arada Türkiye’nin aleyhine olabilecek unsurlar içerebilecekleri için, dışarıdan empoze edilen reformların içselleştirmelerinin kendi insiyatifimizle yaptığımız reformlara göre daha zor ve geç olacağı için, ‘Batı bizim için iyiyi düşünüyor ve bize söylüyor’ diyerek Türkiye’yi zihinsel açıdan tembelleştirebileceği ve ahlaki açıdan sakatlayabileceği için dikkatle ve belli bir ihtiyatla karşılanmalıdır. Türkiye’nin kendi tartışmasının sonucunda, kendi doğrularına göre ve kendi uygun gördüğü hızda değişmesi gerekir. Ancak bunun için de Türkiye’nin içindeki ‘değişim tartışmasının’ daha özgürce, karşı tarafı ‘satılmış’ olmak ya da ‘statükodan geçinmekle’ itham etmeden sürmesi gerekir. Türkiye’de yukarıdaki türden insan ve gruplar gerçekten olabilir ama tartışmanın bu yörüngede cereyan etmesinin kimseye yararı yoktur. Karşı tarafın argümanlarının daha dikkatle analiz edilmesi, peşinen yanlış ya da kötü niyetli olduğu varsayımı ile hareket edilmemesi, sadece tarz olarak değil içerik açısından ve sonuçta tartışmanın müspet etki yapması için de gerekli olabilir. Bu arada Türkiye’nin içinde değişime sırf değişim olduğu için ya da sırf dışarıdan geldiği için karşı çıkmanın doğru olmadığı gibi dışarıdan istenen her türlü projenin ‘sorgusuz sualsiz’ sahiplenilmesi de yanlıştır. Dışarıdan empoze edilen değişime karşı çıkanlar kendi değişim projelerini de ortaya koymalıdırlar. Türkiye’de değişmesi gereken çok şey vardır. Zamanımızın az olduğu doğru olmakla beraber konuşup tartışmaya zaman ve gerek olmadığı düşüncesi de aynı şekilde yanlıştır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Haziran 26, 2003
G-ABD 26 Haziran Irak’taki Problemleri – Muhtemel Türk Barış Gücü Irak’ta koalisyon güçlerine yönelik saldırılar sadece eski Baas Partisi üyelerince mi gerçekleştiriliyor, yoksa halkın işgalden, düzensizlikten, temel gereksinmelerle ilgili problemlerin henüz çözülememiş olmasından ve ‘onur kırıcı’ ev aramalarından kaynaklanan memnuniyetsizliğinin dışa vurumu mudur? Koalisyon kuvvetlerinin bu saldırılara nasıl karşılık verecekleri bu sorunun cevabında gizlidir. Muhtemelen her iki açıklamanın da geçerli olduğu değişik olaylar bulunmaktadır. Eğer koalisyon güçleri zor ama imkansız olmayan bir şekilde, halkla esas ‘düşmanı’ ayırt etme işini başarabilir ve ilkine daha yumuşak davranırsa, başarılı olma şansı artacaktır. Ancak son dönemde artan türden olaylar sıklaşırsa koalisyon kuvvetleri silahlarına davranmaya daha hazır hale gelebilirler ki bu da sivil halktan kayıpların artmasına ve sonuç olarak halkın işgal kuvvetlerine duyduğu antipati ve düşmanlığın artmasına nenden olabilir. Bu arada, Baasçıların büyük çaplı eylemlere girişmek için biraz erken davrandıkları, ‘yerlerini belli ettikleri,’ belli bir süre içinde Amerikan ordusunun yerel halk içindeki istihbarat kaynaklarının gelişmesiyle bu grupların hareket alanının daralacağı yorumları da yapılmaktadır. Ordunun dağıtılmasından sonra eski askerlere belli bir süre harçlık verilecek olması silah kullanmayı bilen ve muhtemelen silahlarını ellerinde tutan bu ‘mutsuz’ grubu bir nebze olsun yatıştırabilir. Irak’ta koalisyona asker vermeye niyetli görünen Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri çok yakından takip etmesi ve görev aldığı bölgede halkla iyi niyet bağının nasıl kurulacağı konusunda zihinsel ve istihbarat hazırlık yapması gerekmektedir. Türkiye bu tür ortamlarda başta Afganistan olmak üzere ciddi deneyim sahibi olsa da, Irak’taki durum geçmiş tecrübelerden oldukça farklı olabilir. Türkiye’ye, savaş öncesindeki tutumu nedeniyle belli bir sempati olması beklenebilirse ve Müslüman olmak, koalisyondaki diğer unsurlara nispeten kültürel yönden daha aşina olmak gibi avantajları olacak olmasına rağmen, Türk kuvvetlerine yönelik tepki o sırada genel olarak işgalin Irak halkı tarafından nasıl görüldüğü ile de ilgili olacaktır. Irak’a gönderilip gönderilmeyeceği henüz belli olmayan Türk barış gücü ABD’nin bir uzantısı olarak görülmemelidir. Barış gücünün komuta düzeninin, kime nasıl rapor vereceği ve kimden nasıl emir alacağı açıklığa kavuşturulmalıdır. Ayrıca, Türkiye’nin kontrolüne verilecek bölgenin coğrafi ve nüfus büyüklüğü ile Türk barış gücünün büyüklüğünün orantılı olmasına dikkat edilmelidir. Türk tarafında, ikisi farklı konular olmakla beraber, ‘tezkere konusunda bu gibi konuları çok uzattık ve Amerikalıları bıktırdık, bu sefer işleri çabuk yürütelim’ diyerek yukarıdaki türden önemli konular tam açıklığa kavuşturmadan acele etme yönünde bir eğilim olmamalıdır. Hiç istenmemekle beraber, Türk barış gücünün, geçtiğimiz gün İngiliz askerleriyle yerel unsurlar arasında yaşanan türden çatışmaların içinde kalması halinde neler yapılması gerektiği konusunda planlama yapılmalıdır. Türk barış gücü personeli ve komutanları genel olarak Irak ve özelde görevlendirecekleri bölgenin sosyal yapısı hakkında eğitimden geçirilmeli ve sınırlı da olsa dil eğitimi almaları sağlanmalıdır. Afganistan’dan farklı olarak bu gücün Irak’ta altı aydan çok daha fazla kalabileceği unutulmamalıdır. Bunu açıkça telaffuz etmek doğru ve hoş olmasa da, Türkiye barış gücüne yapacağı katkı ile Irak’ın yeniden yapılanmasında siyasi ve ekonomik olarak belli bir söz kazanabilir, dolaylı ve muğlak bir şekilde K. Irak’taki gelişmelerle ilgili sözü daha dikkate alınır hale gelebilir, Irak’ın kuzeyi dışındaki bölgelerdeki halk ve gruplarla daha yakın ilişkiler kurma fırsatı kazanabilir ve genel olarak ABD’nin Türkiye’den şikayet etme ve ‘cezalandırma’ güdüsünü zayıflatabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Çarşamba, Haziran 25, 2003
G-ABD 25 Haziran Türk Güvenlik Kültürü - Hükümetin Irak Kararı Türkiye, ‘güvenlik kültürü’ itibariyle aslında Avrupa’dan çok ABD’ye daha yakın bir ülkedir. Ya da en azından yakın zamana kadar öyleydi. Askeri güç ve tehdidi güvenlik politikalarının önemli bir unsuru olarak kabul etmiştir. Bazen ‘kötüye kullanıldığı’ için belki biraz sevimsiz ama içinde önemli oranda hakikat içeren bir klişeyle belirtmek gerekirse, Türkiye ‘Belçika olmadığı’ ve komşuları Lüksemburg’dan epey farklı olduğu için, güvenliğini sadece diyalog, ticaret, hukuk ve uluslar arası kurumlar vasıtası ile koruyamayacağını düşünmüştür. Ancak son dönemde ve özellikle Irak krizinde de çok açık ortaya çıktığı gibi, Türkiye güç kullanımı konusunda AB ülkelerinin genel yaklaşımına daha yakın bir görüntü çizmektedir. Bunun ‘geçici bir dönem’ mi olduğu yoksa geleceği olan bir trendin başlangıcı mı olduğunu net bir şekilde iddia etmek kolay olmasa da önümüzdeki dönemde Türkiye’nin güvenlik politikalarında tek taraflı askeri gücün rolünün azalabileceğini düşündürten gelişmeler şunlardır: 1) ABD’nin Türkiye’nin yaşadığı ‘mahalleye’ gelmesi ile Türkiye’nin hareket alanının azalması, 2) Türkiye’nin AB üyeliği süreci nedeniyle dış ve güvenlik politikalarını da AB normlarına yaklaştırma zorunluluğu, 3) Ankara’nın askeri önlemlerin tek başına yeterli olmadığı yeni güvenlik problemleri (kaçakçılık, uyuşturucu, yasadışı göç, bulaşıcı hastalıklar vs) ile daha çok uğraşmak zorunda kalacak olması, 4) Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin askeri harcamalarının ve bunların bütçe içindeki oranının azalacağı varsayımı, 5) Türkiye’nin komşularıyla arasındaki ‘güvenlik rekabetinin’ azalması. Ancak yukarıdaki trendlerin geri çevrilemez olduğunu iddia etmek de zordur. PKK terörünün yeniden başlaması, Irak’ın toprak bütünlüğünün ciddi olarak tehlikeye girmesi ve K. Irak’ta Kürtler ile Türkmenler arasında gerilimin artması, Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinin kaybolması ya da uzaklaşması ve Türk-Yunan rekabetinin tekrar şiddetlenmesi, K. Kıbrıs’ta Türkiye’nin ‘kabul edemeyeceği’ gelişmelerin yaşanması, Azeri-Ermeni anlaşmazlığının tekrar askeri boyuta ulaşması, Gürcistan’da istikrarsızlık ve İran’ın nükleer silah edinmeye yaklaşması gibi gelişmeler Türkiye’nin askeri güç ve tehdidini kullanmasını gerektirebilir. ABD’nin bölgedeki varlığı, bir yandan Türkiye’nin ‘silahına davranma’ güdüsünü dizginleyecek, öte yandan ise özelikle Suriye ve İran gibi ülkelerden kaynaklanabilecek Türkiye’ye yönelik tehditleri pasifize edebilecektir. Bu arada ordusu hala büyük ölçüde Soğuk Savaş dönemindeki yapısını koruyan Türkiye’nin, içinde yaşadığı stratejik ortamın şu an ve gelecek için gerektirdiği büyüklük ve yapıda ve Askeri Alanda Devrim sürecinin zorladığı türden daha küçük, çevik ve modern bir savunma gücüne geçmesi gerekmektedir. ABD gibi ekonomisi büyük ve güçlü olduğu için milyarlarca doları belki de gerekli olmayan askeri programlara ayırma lüksü olan ülkelerin aksine, Türkiye gibi ekonomisi kırılgan devletlerin ‘en optimal’ askeri güce sahip olmaları bir tür zorunluluktur. Türkiye’nin bir tezkereye gerek duymadan insani yardımlar ve barış gücü için üs ve limanlarını koalisyona açması, Türkiye’ye ek bir maliyet getirmeden iyi niyetini ortaya koyma fırsatı verdiği için, olumlu bir adım olarak kabul edilebilir. Ancak bu amaçla tüm üslerin açılması yerine bazı üslerin tespit edilmesi daha doğru olabilir. ‘İnsani amaçlı’ derken neyin kastedildiğinin kesin şekilde ortaya konması gerekir. Askeri uçaklar sadece Irak’a ulaşmak için transit mi geçecekler, yoksa Türkiye’deki havaalanlarını ve Türk hava sahasını daha öte askeri amaçlar için de kullanılabilecekler mi? Bu muğlaklığın bilerek ve ABD’ye ‘jest olması’ için bırakıldığı iddia edilmekle beraber bu durum netleşmezse ileride yanlış anlamalara yol açarak ‘baş ağrıtabilir.’ (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Haziran 23, 2003
G-ABD 23 Haziran İran’ın Nükleer İstekleri Nükleer güce sahip bir İran, öncelikli ve direk olmasa da, Türkiye için de tehdit olacaktır. İran’ın Türkiye dışında çok sayıda güvenlik problemi bulunmaktadır ve nükleer gücü esas olarak bunlara karşı caydırıcılık kazanmak için istemektedir. Ancak, İran nükleer kapasiteye ulaştığında otomatik olarak askeri güç olarak Türkiye’nin bir basamak üstüne yükselecektir. Bugün İran ile önemli bir anlaşmazlığı olmasa da, ileride durumun ne olacağını bilemeyeceği için, Ankara’nın, İran dahil komşularında kendinin sahip olmadığı derecede askeri güç olmasını engellemeye çalışması gerekir. Bu noktada İran’ı kaba kuvvet ya da tehditlerle vazgeçirmeye çalışmanın yanında, daha yumuşak enstrümanlar da denenmelidir. Sadece askeri tehditler, havuçlarla desteklenmezse istenenin tam tersi sonuçlar doğurabilir. Kabul edilmelidir ki, bazen havuçlar da işe yaramayabilir ve hatta karşı tarafı yüreklendirebilir ya da onu zamana oynamaya teşvik edebilir. Ama yine de, yanlış anlamalara ve risklere karşı tetikte olmak şartıyla, yumuşak yaklaşımların karşı tarafta ne tür bir etki yarattığının denenmesi gerekir. İran’ın nükleer kapaste edinme isteği bu rejimle sınılı değildir ve mollalar gitse bile, ‘stratejik çevresindeki’ güvenlik durumunun iyileşeceği yönünde işaretler ve hatta garantiler verilmediği sürece, Tahran’ı nükleer silah edinmekten vazgeçirmek kolay olmayacaktır. İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak önünde kabaca üç şık olduğundan bahsedilmektedir. Bunlar: 1) NPT dahilinde kalmak, 2) NPT dahilinde olduğunu iddia edip gizli olarak nükleer silah üretme çalışmalarına devam etmek ve 3) açıkça anlaşmadan çekilmek. İran ilk şıkta, nükleer alanda belli bir olgunluğa geldiğinde anlaşmadan çıkarak nükleer silah edinme yoluna gidebilir ama bu sürenin ne kadar olacağı ve İran’ın böyle bir riski alıp almayacağı belirsizdir. İkinci şıkta ise Tahran’ın ‘yakalanma’ riski bulunmaktadır. Anlaşmadan açıkça çıkmanın ise, tüm Batı ve komşuları tarafından dışlanacağı için ilk etapta çok büyük diplomatik maliyeti ve sonrasında da askeri bir harekatın hedefi olma riski olacaktır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) G-ABD 19 Haziran Türkiye, ABD ve Irak Uğur Ziyal’in gezisi ile beraber ABD ile gerginliğin bir parça daha azaldığı ve iki tarafın ‘tekrar konuşmaya başladığı’ görülmektedir. Bu arada Amerikan basınında, ‘komşu ülkeden barış gücü olmayacağı’ prensibinin aksine Türkiye’nin Irak’a insani yardım dışında 1200-1800 arasında askerden oluşan bir barış gücü gönderebileceği haberi yer almıştır. Bu haberin doğruluğu konusu belli olmasa da, Abdullah Gül’ün bir ay kadar kısa bir sürede Washington’u ziyaret edecek olması bu yönde bir ihtimali güçlendirmektedir. Eğer bu gerçekleşirse, Türkiye, muhtemelen ülkenin güneyi ya da merkezindeki barış gücünde yer alarak, Irak’taki Kürt ve Tükmenler dışındaki gruplarla temas ve yakınlık sağlayabileceği gibi, öte yandan, bir süre sonra bu bölgelerdeki grupların Amerikan liderliğindeki işgalden memnuniyetsizlikleri artarsa bunun yaratabileceği güvenlik sorunlarıyla başa çıkmak zorunda da kalabilir. ABD’nin şu anda Irak’ta 150 bine yakın askeri gücü bulunmaktadır ve Bush yönetiminin giderek gerçekleşmesi zor görünen hedeflerine göre yıl sonuna kadar bu sayıyı 30 bine indirmeyi umulmaktadır. Başka ülkelerden de askerlerin gelmesi ile işgalin Amerikan görünümünü nispeten zayıflayacak, ABD’nin ayda 3 milyar dolar olarak tahmin edilen ekonomik masrafları azalacak ve uzun süredir ülke dışındaki birliklerin bir kısmının geri dönmesi sağlanacaktır. Irak’ta barış gücü olarak yer alabilecek Türk birliğinin kimin komutasında olacağı (Amerikan, İngiliz, Polonya ya da başka bir ara formül), masraflarının kimin tarafından karşılanacağı, görev süresinin ne kadar olacağı gibi sorular henüz açık değildir. Türkiye’nin bu güçte yer alması Washington ile aradaki soğukluğun bir parça daha giderilmesine katkıda bulunabileceği gibi, Irak’ın, toprak bütünlüğü olmak üzere, gelecekteki siyasi yapısının şekillenmesinde Türkiye’ye ilave bir etki de kazandırabilir. Washington açısından ise, Irak harekatına karşı bir görünüm çizen ve savaş süresince sınırlı destek vermekle yetinen ve böylece bir çeşit ‘sükse yapan’ Türkiye gibi bir ülkenin de koalisyonun aktif bir parçası olması önemli bir kazanç olabilir. ABD, Türkiye gibi ülkeleri de kendi katarına alarak, harekatın meşruiyeti ile ilgili eleştirileri kısmen de olsa hafifletebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Haziran 17, 2003
G-ABD 17 Haziran ABD, AB, İran ve Türkiye Türkiye Washington’a, Irak ve İran konularında, ‘ben bunu istiyorum’ ya da ‘buna kesinlikle karşıyım’ demek yerine, çıkar ve isteklerini, iyi hazırlanmış, ayrıntılı, söz konusu ülkelerin halklarının çıkarlarını da gözeten ve ABD için kabul edilebilir programların içine ‘yedirmelidir.’ ABD’den gelecek 8.5 milyar dolarlık kredinin bir kısmının Irak’ın inşasında kullanılması önerisi –ayrıntıları tam olarak bilinmemekle beraber – yukarıda bahsedilen türden yaratıcı bir girişim izlenimi uyandırmaktadır. Aynı şekilde, Ankara’nın, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını ve bu ülkeye yönelik bir Amerikan askeri harekatını engelleme, İran’ın demokratikleşmesine teşvik etme ve katkıda bulunma ve bu ülkeyle ekonomik, siyasi ve güvenlik boyutunda ilişkilerini geliştirmek için Tahran’la yoğun ve yapıcı bir diyalog içinde olması gerekir. Türkiye bu konuda Avrupa devletlerinin ‘tatlı-sert’ üslubunu ABD’nin ‘haşin’ üslubuna tercih etmelidir. Avrupa, Irak’tan farklı olarak, İran konusunda insiyatifi kaptırmamak istediği için bu ülkeyi Amerikan müdahalesine neden olabilecek politikalardan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Danışıklı olmasa bile, Avrupa ile ABD arasında bir ‘tatlı-sert polis-kötü polis’ rol dağılımı yapılmış gibidir. Bu arada, İran’ın demokratikleşmesi, modernleşmesi ve bir güvenlik problemi olmaktan çıkması, Türkiye’nin yaşadığı coğrafyanın AB üyeliği önündeki büyük engellerden biri olmaktan çıkmasına yardım edebileceği için Türkiye için önemlidir. İran’daki gösterilerin ardındaki halk desteği ve buna aktif olarak katılabileceklerin sayısı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmak zor olsa da, olaylar birkaç hafta daha sürer, Tahran dışındaki şehirlere taşmaya devam eder ve gösterilerde ölümler meydana gelmeye başlarsa olayların ciddi olduğu düşünülebilir. Şu an için İran devletinin nasıl cevap vermek gerektiği konusunda birden fazla fikre sahip olduğu, aşırı şiddet kullanmaktan belli ölçülerde kaçındığı ve bu kararsızlığın da göstericiler tarafından hissedildiği ve kullanılabileceği yorumları yapılmaktadır. Gösterilerin şiddetinin artması ve coğrafi olarak genişlemesi ile beraber İran’ın nükleer programının denetimi konusunda ‘dünyaya’ yeni bazı kısmi ödünler vermesi beklenebilir. Bu arada, İran’daki Azerilerin siyasi ve kültürel talepleri gündeme gelmeye başlamaktadır. Sürgündeki Azeri liderlerle Amerikan devleti arasındaki temasların boyutu ve içeriği tam olarak bilinmese de, Washington’un henüz tam netleşmemiş İran politikasında ve İran’ın geleceği ile tasavvurlarınd Azerilere önemli bir rol vermek isteyeceğini düşünmek zordur. Aralarındaki bir çok farklılık nedeniyle zaten bariz olan bir şeyi tekrarlamak riski göze alınarak da denilebilir ki, Azeriler İran’ın Kürtleri değildir. Ama yine de, Ankara, önümüzdeki dönemde Azerilerin kültürel ve siyasi hakları ile ilgili daha yüksek sesle seslendirilebilecek taleplere duyabileceği sempati ile İrak’tan sonra bölgede yeni bir siyasi ve etnik kırılmanın yaratacabileceği belirsizliklerden duyacağı tedirginlik arasında kalabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Haziran 16, 2003
G-ABD 16 Haziran ABD-Türkiye – ABD İran İlişkileri Uğur Ziyal’in Washington gezisi Türk-Amerikan ilişkilerinin normal bürokratik rutin ve temposunu yakalama yolunda bir adım olabilir. Washington, henüz üst düzey bir Türk siyasi yetkiliyi ağırlar görünmek istemediği için diyaloğun şu esnada diplomatlar aracılığıyla yürütülmesi gerekmiştir. ABD’nin Türkiye’ye yönelik menfi tavrı Türkiye’ye yönelik bir hayalkırıklığı ve ‘kızgınlığın’ da ötesinde, kendisine ‘yanlış yapan’ devletlere ‘ne olacağını’ ‘dosta düşmana gösterme’ isteğinden kaynaklanmaktadır. Washington, kendisiyle işbirliği yapmaktan kaçınmanın ‘sonuçları olacağını’ herkesin bilmesini istemektedir. Ancak öte yandan Türkiye, eskisinden farklı olarak da olsa, bir şekilde ‘önemli’ olmaya devam ettiği için, Washington şu an için, Ankara’ya ilgisiz görünmeye çalışmakla yetinmektedir. Bu durum, mükemmel olmaktan uzak olsa da, şu an için kabul edilebilir bir ilişki biçimidir ve ‘dünyanın sonu değildir.’ İçinde yaşadığımız bu dönemin bu yılın ötesine de sarkabilceği tahmin edilebilir. ABD bu ‘küslük’ durumundan bir süre sonra kendi de sıkılsa bile ilk adım veya adımların Ankara’dan gelmesinde ısrar edebilir. Bu nedenler Washington’u ‘yatıştırmaya’ yönelik atılabilecek küçük adımların ‘tutumlu’ kullanılması ve hepsinin bir kerede harcanmaması doğru olabilir. Yeni elçi Eric Edelman’ın, göreve başladığında Türk kamuoyunun duymak istediği şeyleri söylemekle beraber, Robert Pearson’a kıyasla, genel olarak daha eleştirel ve mesafeli olması beklenmelidir. ABD’nin İran’dan en önemli şikayeti bu ülkenin 1) kitle imha silahları edinme yönündeki isteği ve çabası, 2) başta Hizbullah olmak üzere terör örgütlerine verdiği destek ve Tahran’ın 3) İsrail’e ve Orta Doğu barış sürecine yönelik olumsuz tutumundan kaynaklanmaktadır. Bunlara ek olarak İran’ın 4) Irak’taki Şii gruplar vasıtasıyla ABD’nin Irak’ta yapmak istediklerini engellemeye ve istikrarsızlık yaratmaya çalıştığı ve son dönemde 5) bazı El Kaide üyelerinin İran’da bulunduğu gibi iddilar da ortaya atılmaktadır. Bunlara ek olarak Tahran’ın 6) demokrasi ve insan haklarındaki eksiklikleri de vurgulanmaktadır. Washington’un İran ile ilişkileri konusunda kabaca üç opsiyonu bulunmaktadır: 1) Rejimle kontakları kesmek ya da en düşük seviyede tutmak, ülkenin içinde ve dışındaki muhalif grupları ‘maddi manevi’ desteklemek, İran’ın nükleer programı ve teröre verdiği destek konusunda komşu ülkeler ve büyük devletlerin Tahran’a bakı yapmasını sağlamak ve sınırlı da olsa bir askeri müdahale opsiyonunu gündemde tutmak, 2) Reformcuları muhatap almak ve onları –belki ülke içindeki bazı muhalif güçlerle beraber- sertlik yanlılarına kaşı güçlendirmeye çalışmak, 3) İran ‘devleti’ ile diyaloğunu geliştirmek ve 1994’te K. Kore ile imzalanan türden bir anlaşma ile İran’ı ekonomik yardım ve siyasi ve askeri bazı garantiler karşılığında nükleeer programından vazgeçirmeye çalışmak. Birbirini tamamen de dışlamayan bu opsiyonlar içinde en muhtemeli ilki gibi görünmektedir. İran’ın 2006’da nükleer silah sahibi olabileceği şeklindeki iddialar, Irak’ta kitle imha silahlarının bulunamaması nedeniyle beraber dünya kamuoyunda ciddi bir şüphe ile karşılanacak olsa da, belli bir olgunluğa ulaştığı genel olarak kabul edilen İran nükleer programının hızı ABD’nin askeri opsiyonu kullanmasını gündeme daha ciddi bir şekilde getirebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Haziran 12, 2003
G-ABD 12 Haziran ABD, İran ve K. Kore Bush Yönetimi yeni bir ‘önleyici’ harekata girişebilir mi? Seçimlerden önce böyle bir harekatın düşük bir ihtimal olduğu söylenebilir. Yeni bir ‘önleyici’ harekatın hedefi olabileceği söylenen iki ülke de (İran ve K. Kore) askeri olarak Irak’tan daha güçlüdür ve güçlü destekçilere sahiptir. İki rejim de demokrasi ve insan hakları açısından çok parlak karnelere sahip olmasalar da, özellikle İran’ın bu açılardan Saddam rejimi ile karşılaştırılması doğru değildir. Yeni bir önleyici harekat için diğer büyük devletlerden, Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığı için belki İngiltere de dahil olmak üzere, çok daha büyük bir direniş mi olur, yoksa Irak harekatında dirençlerinin pratikte fazla bir etkisi olmadığını düşünerek ABD’nin ‘katarına mı atlarlar’? Çin’in K. Kore’yi, Avrupalı devletler, Rusya ve yine Çin’in İran’ı ABD’ye ‘yedirmemek’ için Irak’tan çok daha fazla diplomatik direniş gösterecekleri söylenebilir. Bu ülkeler İran için, Washington’a, ‘Irak’ta istediğini yaptın, ama artık yeter’ diyebilirler. Ancak öte yandan, bu ülkeler, ABD’ye İran konusunda direnişlerini Tahran’dan nükleer pogramının denetimi konusunda işbirliği ve ‘doğru sesler’ gelmezse sürdürmekte güçlük çekebilirler. ABD’nin, Irak’ta ve Orta Doğu barış sürecinde önemli ilerlemeler keydetmeden İran’da yeni bir askeri maceraya girmesi kolay değildir. Ayrıca ABD’nin içinde de özellikle İran’ın nükleer programını durdurmak ve hatta bitirmek için diplomatik yolların ve hatta iç politika enstrümanlarının tükenmediğini savunanlar çıkacaktır. Bu arada İran, değişik ödünler vererek, ‘salam politikası’ ile ‘milim milim’ nükleer güç sahibi olmayı umuyor olabilir. ABD, Rusya’yı İran konusunda daha çok sıkıştırarak ve belki araya bazı ‘ödüller’ de koyarak yanına çekmekte belli bir başarı kazanabilir. Ancak, İran’ın nükleer güç sahibi olmasının Rusya’nın istediği bir şey olduğu söylenemese de, Rusya’nın ABD’nin baskıları nedeniyle İran’dan vazgeçmesi çok mümkün değildir. Öte yandan İranlılar da Rusya’nın kendilerine nükleer güç edinecek kadar yardım edeceğine inanmamakta ve Moskova’nın derdinin ‘para kazanmak’ ve İran üzerinde siyasi bir leveraj elde etmek olduğunu bilmektedir. Rusya, kendileri destek vermese de İran’ın bu arayışlara devam edeceğini bildiğinden belki de Tahran’a yardım ederek İran’ın nükleer alanda elde ettiği gelişmeleri ‘kontrol etmek’ istiyor da olabilir. K. Kore ise, muhtemel bir Amerikan askeri harekatında, bir kısmı zamanla sınırdan daha da güneye çekilecek olan G. Kore’deki 37 bin Amerikan askerine ve Seul’de yaşayan milyonlarca sivillere katlanılması ve göze alınması güç derecede zarar verebileceği için çok tehlikeli bir hedeftir. Ancak bazı gözlemciler Pyongang’ın tamamen de ‘ümitsiz bir vaka’ olmadığını ve diplomasi, kararlılık gösterisi, başta enerji ve gıd olmak üzere ekonomik yardım, güvenlik garantileri ve Çin’in pozisyonunda sağlanabilecek bazı değişmelerden oluşan karma bir paketle bir ölçüde ‘ıslah edilebileceğini’ düşünmektedirler. ABD’nin İran ve K. Kore’ye karşı askeri önlemlere başvurması ihtimali tamamen gözardı edilemese de, bu en fazla sınırlı ve nokta hedeflere yönelik harekat olabilir ve Irak’taki gibi işgal ihtimali düşük kabul edilmektedir. Özellikle K. Kore’ye yapılabilecek bir harekatta sürpriz unsurunun kullanılması beklenebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Haziran 10, 2003
G-ABD 10 Haziran Transatlantik İlişkileri – Türk Dış Politikasında Farklı ‘Okullar’ Transatlantik ilişkilerinin geleceği ile ilgili olarak kabaca üç senaryodan bahsedilebilir. 1) Bakış açıları, değerler ve çıkarlardaki farklılaşmayla beraber rekabetin, anlaşmazlıkların ve çatışmanın artması. 2) ABD’nin dış politikasında çok taraflı politikaları, uluslarası kurumları, hukuku, başta Avrupa olmak üzere diğer bölge ve ülkelerin çıkarları ve hassasiyetlerini daha çok dikkate alması, Avrupa’nın ise ABD’nin üstünlüğünü kabul etmekle beraber askeri harcamalarını tamamı olmasa da çoğunu Nato çerçevesinde arttırması ve askeri güç kullanımına olan alerjisini azaltması. 3) İlişkideki problemlerin devam etmekle beraber bir ölçüde kontrol edilerek kabul edilebilir çerçeve içinde kalması ve aralıklarla krizler yaşansa da bugünküne yakın bir şekilde devam etmesi. Bu noktada Orta Doğu üzerine yaşanan anlaşmazlıkların iki grup arasındaki kırılmanın nedeni mi yoksa sonucu mu olduğu sorusu önemli görünmektedir. Türkiye bu senaryoların hangisini arzuladığını ve bu sonucun gerçekleşmesi için kendi adına neler yapabileceği üzerine düşünmelidir. Transatlantik ilişkilerdeki kırılmadan Türkiye‘ye ‘ekmek çıkacağını’ düşünenler ve hatta bu durumun Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttıracağına inananlar olduğu gibi bu durumu kaygıyla ya da ilgisizlikle karşılayanlar da bulunmaktadır. Her ne kadar insan ile ilgili hemen her kategori de olduğu gibi bu sınıflandırmaya tam olarak uyanların sayısı çok olmasa da, Türk dış politikasının genel yönü hakkındaki tartışmalara katılanlar arasında aşağıdaki gibi bir parça idealize edilmiş farklılıkların olduğu savunulabilir: 1) Türkiye’nin iç ve dış politikasını AB üyeliğinin şartlarıyla ve başta Fransa-Almanya olmak üzere Amerika’yı dengelemeyi arzulayan ülkelerle uyumlandırılması gerektiğini düşünen, AB’nin talep ve şartlarının Türkiye için gerekli ya da şart olduğunu savunan ‘Avrupacılar,’ 2) Türkiye’nin AB üyeliğinin zor olduğunu ve çıkarlarının aslında ABD ile uyumlu olduğunu ya da buna mecbur olduğunu düşünen ‘Amerikacılar,’ 3) Türkiye’nin hem Avrupa hem de ABD ile yakın ilişkiler içinde olmasını savunan ve bu ülkelerle yaşanacak sorunların Türkiye’nin Batılı karakterini tehlikeye atmasından korkan, bu iki grup arasında tercih yapmanın gerekli, ivedi ya da yararlı olmadığını savunan ‘Batıcılar,’ 4) Türkiye’nin siyasi anlamda yönünün Batı olmasında değilse bile dış politikasında Batı’dan gelen istek ve zorlamalara mesafeli bakan ve gerektiğinde direnilmesini savunan ‘Batı-septikler,’ 5) Batı ülkelerine mesafeli ve şüpheyle bakan ve Türkiye‘nin Rusya, Orta Asya, Kafkasya, Çin, İran ve İslam ülkeleri gibi ülke ve gruplarla yakınlaşmasını isteyen ve bunu Batı’nın alternatifi gören ‘Avrasyacılar,’ 6) Türk dış politikasının bu opsiyonların hepsinin –değişik derecelerde olsa da- aynı anda götürebileceğini ve aslında bunlar arasında önemli bir çelişki olmadığını, Türkiye’nin hem Avrupalı hem ABD ile yakın ilişkilerini koruyan ve hatta geliştiren, hem ‘Müslüman’ hem de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle sağlıklı ilişkiler kurabileceğini düşünen ‘dengeciler.’ Bir kısmı henüz ‘okul’ denemeyecek kadar yeni, muğlak ya da düzensiz bu görüşler arasında zaman zaman sağ-sol, Müslüman laik ve hatta milliyetçi-kozmopolit ikiliklerini aşan ittifaklar kurulabilmekte ve ya da bölünmeler yaşanabilmektedir. Ancak, Türk dış politikası ile iç politikası arasındaki ilişki giderek artsa da, dış politikadaki geçici koalisyonlar iç politika tartışmalarına her zaman taşınamamaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) G-ABD 09 Haziran ABD, Türkiye ve İran Özellikle İran konusunda Ankara’nın alacağı tavrın Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğinde çok önemli olduğunun fısıldanması ve Amerikan yönetiminin içinde ve yakınındaki kişilerin Ankara’nın bir şekilde ‘özür dilemesi’ şeklindeki ‘beklentilerinin,’ Ankara’yı İran ve Suriye’ye karşı işbirliğine hazır bir noktaya getirme amaçlı olduğu düşünülmektedir. Türkiye bu konuda Irak konusu kadar dramatik ve kekskin olmasa da yeni bir zor kararla karşı karşıya gelebilir. ABD’nin İran’da bi rejim değişikliğini işgal yoluyla denemesi kısa vadede çok yakın bir ihtimal değildir. Irak’taki durumun henüz Washington tarafından arzulanan ve belki de beklenen kadar netleşmemistir. Bu ülkede kitle imha silhlarının bulunmamasının İngiltere dahil koalisyon ortaklarının yeni bir macerada ABD’nin incir yaprağı olmalarını engelleyebilir. ABD’de yaklaşan seçimler ortamında İran gibi Irak’tan çok daha büyük ve muhtemelen güçlü bir ülkenin işgali Bush’un göze almak isteyevceğinden çok daha büyük riskler içermektedir. Bu arada Rusya’nın İran’ın nükleer programı hakkında, en azından eskiye oranla, daha fazla işbirliği yapmaya açık görünmesi İran’ın nükller programını kontrol etmenin başka diplomatik yolları olduğunu göstermektedir. Ancak ABD’deki muhafazkar çevrelerde, en ateşli savunuculuğunu American Enterprise Institute’dan Michael Ledeen’in yaptığı bir grup İran’a rejim değişikliğinin gerekli, acil ve bir işgal gerektirmeden de mümkün olduğunu, İran rejimi ile halk arasındaki uçurumun arttığını, reformcular dahil tüm mollarla görüşmenin faydasız ve hatta rejimi kendi halkı önünde güçlendireceği için zararlı olduğunu ve ABD gerekli diplomatik sıkıştırmaları yapar ve kendine direk İran halkını muhtap alırsa özellikle İranlı gençler, kadınlar, entellektüeller ve hatta tüccarların bir kısmını içeren hareketin Hatemi dahil tüm rejimi süpüreceğini iddia etmektedirler. Bu grup İran’ın nükleer programına yönelik sınırlı bir müdahalenin bir halk hareketi için gerekli kıvılcımı yarataileceğini dahi düşünse de, bunun tam tersini, böyle bir müdahalenin halkı rejimin etrafında kenetleyeceğini ve hem reformcuları hem de diğer muhalefeti zayıflatacağını iddia edenler de bulunmaktadır. İran’ın nükleer güç kazanması direk olmasa da Türkiye’ye bir tehdittir ve Ankara’nın mutlu olacağı bir gelişme olmayacaktır. Ancak Türkiye, bu problemle ilgili olarak ABD’den farklı ve AB yaklaşımına daha yakın olarak, en azından bu aşamada, diplomasi, ticaret, uluslararası kurumlar gibi enstrümanların kullanmasını tercih etmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) G-ABD 7 Haziran Türkiye ve AB üyeliği AB ülkelerinde Türkiye’nin üyeliği ile ilgili değişik fikirler, korkular, umutlar ve hesaplar bulunmaktadır. Bu konuda net bir fikri olanlar (şimdiden karşı çıkanlar veya onaylayanlar) ve olmayanlar, ve kararlarını duruma göre ileride vermek isteyenler olabilir. Avrupa'da Türkiye’nin üyeliği ile her zaman birbirini dışlamayan düşünce ve hesaplar arasında önem sırası gözetilmeden aşağıdakilerin olduğu söylenebilir: - ‘Türkiye’yi gerekli şartları yerine getirirse üye yapabiliriz ve yapmalıyız. Bazı sözler verdik, şimdi bunları geri alamayız. Bizim için ciddi bazı sorunlar ve riskler yaratacak olsa da, eğer Türkiye gerekli şartları yerine getirirse, hemen veya duruma göre bir süre sonra, onu üyeliğe almalıyız. Bunun getirileri risk ve masraflarından fazladır’ diye düşünenler. - ‘Türkiye’yi üye yapamayız ve bunu ona şimdi söyleyelim ve onda sonra başımıza daha fazla işler açacak gereksiz umutlar uyandırmayalım. Sonra kendimizi çok bağlarsak istemesek bile onu almak zorunda kalabiliriz. Şimdiden ona üyelik dışında özel bir statü verelim ve dürüst olalım’ diye düşünenler. - ‘Türkiye’yi üye yapamayız ama bunu ona şimdi söyleyemeyiz. Böyle yaparsak Türkiye’yi kaybederiz’ diye korkanlar. - ‘Bazı sözler verdik şimdi ve bunları şimdi geri alamayız ama Türkiye’yi üye de yapamayız. Şimdilik idare edelim sonra zamanı gelsin görüşürüz. Nasıl olsa reformları bir yerde tekler. Bu da olmazsa ondan kabul edemeyeceği başka şeyler isteriz. Ertelemek ya da Türkiye’yi vazgeçirmek için bahane olarak her zaman yeni bir şeyler bulunabilir (Ermeni soykırımı)’ diye düşünenler. - ‘İleride ne olur bilinmez, şimdilik Türkiye’yi reforme ediyoruz ve “terbiye ediyoruz.” Üye yapmasak bile aslında Türkiye’yi kendi başına yapamayacağı ya da yapmayacağı reformlara zorlayarak ona iyilik yapıyoruz. Şartlarımız yerine getiren bir Türkiye, üye olmasa bile, daha demokrat, istikrarlı ve müreffeh bir komşu ve tampon olur’ diye düşünenler. - Avrupa’nın fazla sıkı birlik olmasını istemeyenler ve Türkiye’yi de içine alacak bir AB’nin kendi istedikleri gibi gevşek bir birlik olacağını hesaplayarak Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakanlar. - Türkiye’nin üyeliğine, başka bir çok şeyin yanında, AB içindeki coğrafi, ekonomik, sektörel ya da büyük-küçük ülkeler arasındaki dengelere yapacağı etkileri hesaplayarak karar verecekler. - Türkiye’nin üyeliğini matematiksel bir olasılık olarak kabul eden ama bu gerçekleşmeden Ankara’yı değişik konularda yeterince sıkıştırarak ve ‘terleterek’ müzakere masasında avantaj kazanmak isteyen ve üyeliğin maliyetini azaltmak ve zamanını geciktirmek isteyenler. - ‘Üyelik havucu ile Türkiye’nin kendimizi yakın gördüğümüz unsurları öne çıkarıyoruz ve güçlendiriyoruz ve dış politikasını bir ölçüde de olsa “ehlileştiriyoruz”’ diye düşünenler. - Türkiye’ye üyeliğini destekliyormuş gibi görünerek Türkiye’den ihale, ticari ayrıcalık, siyasi destek vs. kazanmayı umanlar. - Türkiye’nin üyeliğini destekleyerek ya da öyle görünerek diğer AB üyelerinden AB içi pazarlıklarda ödün kapmaya çalışanlar (“şu konuda istediğimi vermezseniz sizin daha çok korktuğunuz Türkiye’nin üyeliğini desteklerim bak ona göre”) - Türkiye’de üyelik umudunu canlı tutmazsak onu tamamen Washington’a kaptırırız’ diye korkanlar. - Türkiye’nin üyelik umudunu canlı tutarak Kıbrıs ve Ege gibi konularda ödünler almak isteyenler. - Türkiye’yi demokratikleştirelim, modernleştirelim ve üye yapalım. - Türkiye’yi demokratikleştirelim, modernleştirelim ve üye yapmayalım. - Türkiye’den siyasi ya da ekonomik ödünler alalım ve üye yapalım. - Türkiye’den siyasi ya da ekonomik ödünler alalım ama üye yapmayalım. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Cuma, Haziran 06, 2003
G-ABD 06 Haziran Washington’un Şablonu ve Bağımsızlık Samuel Johnson, dünyadaki yanlışlıkların büyük kısmının ‘bilinçli yalanlardan’ değil, ‘hakikat hakkında yeterince dikkatli olmamaktan’ kaynaklandığını söylemişti. Bazı tarihi metaforlar zihinsel bir çekiciliğe sahip olabilirler. Ancak klişeler, metaforlar, tarihi analojiler, trendler, modeller ve kavramlar aslında analizin kendisi değil ama düşünmek ve sorgulamak için başlangıç noktaları ve enstrümanlar olmalıdırlar ve bizi tamamen ‘baştan çıkarmalarına’ karşı da tetikte olmak gerekir. Türkiye’deki değişik grupların aralarında anlaşmazlıklar olması ve zaman zaman bunları Washington üzerinden çözmeye çalışmaları onaylanmamakla beraber kabul edilebilir olsa da bu durumun Türkiye’nin çıkarlarına zarar verecek şekil ve boyuta ulaşmamasına özen gösterilmelidir. Türkiye’nin, ABD’nin kendisine biçtiği rolün dışına çıkmak ve Washington’un isteklerini kabul etmek dışında bir şansı olmadığını iddia edenlere karşı ‘satılmış’ olduklarını söylemek nasıl bir argüman değilse, bu şablonun dışında atılan adımları otomatik olarak ‘üçüncü dünyacılık’ olarak görmek de o kadar yanlıştır. ABD’nin Türkiye’den beklentileri ve istekleri Türk dış politikasının göz ardı edemeyeceği kadar önemlidir ama onu belirleyecek tek ya da en önemli faktör olarak da görülmemelidir. ‘Özür diler’ bir tavırla yaklaşmak, Washington’un kendisinin haklı bizim ise ‘kabahatli’ olduğumuzu düşünmeye devam etmesine katkıda bulunabilir. Doğrudur, dış politikada ideal olan değil mümkün olan amaçlanmalıdır. Ama mümkün olan sonuçlar içinde arzulanırlık açısından da bir hiyerarşi kurulabilir ve bazen getirisi daha yüksek olduğu düşünülen bir sonuç için bazı riskler de alınabilir. Bu risklerin farkında olmak ve bu risklerin sonuçlarını derinlemesine düşünmek ve tartışmak şartıyla Türkiye dış politikasında ‘yeni şeyler’ denenebilmelidir. Türkiye etrafında daha demokratik rejimler olmasını arzulamaktadır. Ama öte yandan da komşularıyla ticaret yapmak istemekte ve bu ülkelerde olmasını istediği değişimlerin olayların tansiyonu fazla arttırmadan, barışçıl yollarla ve zamanla gerçekleşmesini yeğlemektedir. Türkiye’nin bu konudaki tercihlerini, fikirlerini ve ‘argüman envanterini’ Washington’a iletmesi ABD’de bazı memnuniyetsizlikler yaratabilir ve hatta bu memnuniyetsizliğin Türkiye’ye bir bedeli de olabilir ama bu daha bağımsız politika arayışının yanlış olduğunu kanıtlamaya yetmez. Bağımsızlık isteği karikatürize edilmesi kolay bir istektir ve bir çokları tarafından imkansız, gereksiz ve hatta zararlı bir hayal olarak görülmektedir. Bağımsızlık göreceli bir kavram olsa da kendi doğru gördüğü şeyi yapabilmek pratik sonuçları olan ve bütün önemli devletlerin hala değer verdiği bir güçtür. Bush yönetimi için seleflerinden ayrı standartlar koyma gereği olsa da, kendi bakış açısını anlatma, şikayet etme, direnmek ve gerekirse zorluk çıkarmanın ABD dış politikası üzerinde etkisi olmadığını düşünmek yanlıştır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Haziran 05, 2003
G-ABD 4 Haziran Washington’a Gitmek – O. Doğu Barış Süreci Türkiye ile ABD arasında sık sık üst düzey görüşmeler olması kendimizi bir parça önemli hissetmemizi sağlasa da aslında ABD’nin Ankara’dan –önümüzdeki dönemde sayılarının artmasını bekleyebileceğimiz- ‘reddedilmesi zor’ taleplerini birinci elden dile getirmesi için fırsatlar yaratabilir. Washington’un Irak, İran ve Suriye ile ilgili taleplerine uzaktan direnmek Beyaz Saray’a gidip orada direnmekten daha kolay olsa gerektir. Washington’a gitmek eğer sadece aslında bizi rahatsız edecek bazı ödünlerden sonra olacaksa o kadar da acil olarak görülmeyebilir. Türkiye’nin gerekli siyasi ve ekonomik reformları yapabilmesi ve bundan önce bunları yeterince derinlemesine ve geniş katılımla tartışabilmesi için çevresinde ve dünyada istikrara ihtiyacı vardır. Bu nedenle yeni savaşları, gerilimleri ve krizleri engellemeye çalışmak için ‘insani’ nedenlerin ötesinde somut çıkarlarımız açısından da gereklidir. Orta Doğu Barış(mama) Süreci’ndeki kıpırdanmalar yaşanması biz heyecanlandırmalı mı? Ebu Mazen zayıf, Arafat dışlandı ve tekrar resmin içine girmesi zor ama bu gerçekleşirse ilk kez olmayacaktır. Sharon’un samimi olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. Ancak öte yandan, Sharon bugünün, Filistinlilerin ve destekçilerinin en zayıf, İsrail ve ABD’nin ise en güçlü olduğu an olduğunun bilincindedir. Sharon’un savaştan önce vermeye razı olmadığı ödünleri şimdi vereceğini ve Bush’un, seçim sathına girilirken, İsrail’e, belki danışıklı, kurgulanmış ve koreografisi hazırlanmış bir-iki sembolik sıkıştırma dışında, ciddi anlamda baskı uygulayacağını düşünmek için ‘epey iyimser’ olmak gerekir. Bu arada eğer ABD, Filistin sorununda şekil itibari ile de olsa barış yönünde bir ilerleme gerçekleştirebilirse, Irak’ta Arap kamuoyunun normalde çok büyük tepki göstereceği bazı yeni girişimlerde bulunmada – Irak’ın fiili anlamda bölünmesi, Suriye ve İran’da rejim değişikliğinin zorlanması- daha az temkinli olabilir: ‘Filistin devleti diyordunuz, istediğiniz gibi olmasa da kurdurdum işte, artık benim işime karışmayın.’ (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) G-ABD 3 Haziran ABD-Avrupa ilişkileri, G-8 ve Irak’ta Bulunamayan Silahlar Bush’un Avrupa gezisi Avrupa ile Washington için yeterli olacak kadar bir iyileşmeyi sağlamıştır. Condoleezza Rice’ın ‘Rusya’yı affet, Almanya’yı dikkate alma, Fransa’yı cezalandır’ şeklinde formüle ettiği politika bir ölçüde uygulanıyor görünmektedir. Washington, bir parça yumuşamış olsalar da Paris-Berlin mihverini parçalamanın zorluğunun bilincindedir. Irak krizi bu iki ülkeyi daha da birbirine kenetlemiş ve birinin diğerini bırakıp Washington ile ‘anlaşmasını’ zorlaştırmıştır. Böyle bir gelişme ABD’yi dengeleyebilecek bir Avrupa yaratma projesinin sonu anlamına gelecektir. Buna rağmen Avrupa’nın bu iki başkentinde diğerine yönelik kuşkular belli bir düzeyde olmaya hep devam edecektir. Rusya ise hem Washington ile anlaşmaya daha açıktır, hem de bu iki ülkeden de daha zayıftır ve dolayısıyla ikna edilmesi daha kolay bir ülkedir. Rusya hala Fransa-Almanya’ya daha yakın olmakla beraber, doğru şekilde yaklaşılırsa bu gruptan rahatlıkla koparılabileceğini göstermiştir. Bu da şu an için ABD’ye yetebilir Bu arada G-8’in dünyanın -satın alma gücü ile hesaplandığında- ikinci büyük ekonomisi olan Çin’in de dahil edilerek G-9’a dönüşmesi ihtimali tartışılmaktadır. ABD yönetimi böyle bir gelişmeye sıcak bakabilir. Kendi domine etmediği her kurumu zayıflatmak eğiliminde olan Washington Çin’in katılması G-8’i sulandırarak bu platformun da ABD karşıtı bir yere dönüşmesini engellemeyi düşünebilir. Ayrıca Çin’i bu gruba almak bu ülkeyi dünya ekonomisine ve siyasetine entegre etmede önemli bir adım olabilir. Üyelik Pekin’i dış politikada daha ‘sorumlu’ hareket etmeye teşvik edebilir. ‘Irak’ta kitle imha silahları nerede’ sorusuna verilebilecek cevaplar şunlar olabilir: İmha edildi, saklandı ama bulunacak, saklandı ve hiç bulunmayabilir, yurtdışına gitti veya teröristlerin eline geçti, ya da böyle silahlar zaten yoktu. Bush yönetimi her ne kadar ‘silahları bulamasak bile Saddam’dan hem kendimizi, hem Iraklıları hem de bölgeyi kurtardık, kötü mü oldu?’ dese de, bu silahları bulamazsa hem kendi ama belki de daha fazla Tony Blair’in inandırıcılığı ciddi bir darbe alacaktır. Bu nedenle Washington’un görüntüyü hiç değilse bir parça kurtarmak için bazı kanıtlar ‘üretmesi’ dahi ihtimal dışı değildir. Ayrıca, ABD’nin Irak’ta kitle imha silahları bulamaması, Bush Yönetiminin İran ve Suriye gibi ülkelere karşı düzenleyebileceği muhtemel bir harekata destek bulma konusunda Irak’ta olduğundan da fazla zorlanmasının nedenlerinden biri olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Haziran 02, 2003
G-ABD 02 Haziran ABD ve ‘Türk Modeli’ Stephen Walt’un dediği gibi, ‘ne kadar başarılı ve eski olursa olsun bir müttefiklik ilişkisinin kutsal hiç bir tarafı yoktur.’ Yaklaşık 50 yıldır Amerika ile ittifak Türk dış politikasının en önemli ‘mobilyası’ idi. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek için henüz erken olsa da bu durumun, örneğin bundan üç-beş yıl sonra da devam edeceğinden emin olmak artık pek mümkün değildir. Amerika, hemen her ülke gibi Türkiye için de en önemli dış politika meşgalesi olmaya devam etmektedir. Amerika’nın bu benzersiz ve kontrolsüz gücü ile ne yapacağız? Türkiye ABD’nin stratejik müttefiği, müttefiği, küçük ortağı, taşeronu, rakibi olabilir ama Irak harekatı bize bir şey gösterdiyse o da günümüzün Washington’un düşmanı olmak için iyi bir zaman olmadığıdır. Irak harekatından sonra İncirlik ve Türkiye askeri anlamda önemini ciddi oranda kaybetmiş olabilir. Ama Türkiye, ‘Türk modeli’ ile belki başka bir şekilde önemli olmaya devam edecektir. ‘Model olmak,’ başka hiçbir şeye yaramasa bile Türkiye’ye kendini demokrasisi ve, ekonomisini disipline etmeye ve kendine ancak yüksek standartları münasip görmesine katkıda bulunabilir. Eğer Türkiye demokratik model olarak görülürse içeride demokrasiden kaymalar muhtemelen daha zor hale gelir. ‘Model olmak’ Washington’un Ankara’ya bakışını da değiştirecektir. Örneğin Paul Wolfowitz’in Türk ordusunun Irak harekatını destekleme konusunda daha aktif olmasını istediği konuşması demokratik modelle çelişmektedir ve muhtemelen tekrarlanmayacaktır. ABD’nin Türkiye’den istedikleri demokrat ve Batı yanlısı ‘olmakla’ sınırlı değildir. Washington, Ankara’dan Gül‘ün Tahran’da İslam Konferansı Örgütü’nde yaptığı konuşma türden bazı şeyler ‘yapmasını’ da istemektedir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki amaçları bu ülkelerle ekonomik münasebetleri ilerletmek, onları demokratikleşme konusunda yüreklendirmek ve terör ile kitle imha silahları alanında ABD’nin askeri dahil baskısına maruz kalmalarını önleyecek adımlar atmalarını sağlamak olmalıdır. Türkiye, Washington’un mesajını bu ülkelere götürmekten gocunmamalı ama öte yandan da Tahran ve Şam ile geliştirdiği yakınlığa Washington'un vetosunu kabul etmemelidir ve suçluluk psikozuna girip Washington’a ‘yanlış bir intiba vermemek için’ bu ülkelerle diyaloğunu zayıflatma yoluna gitmemelidir. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme isteğini ‘Batı’dan kopmak’ şeklinde değerlendirmek doğru değildir. ABD’deki bu yöndeki endişeler diyalog yoluyla giderilmelidir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) G-ABD 02 Haziran ABD ve ‘Türk Modeli’ Stephen Walt’un dediği gibi, ‘ne kadar başarılı ve eski olursa olsun bir müttefiklik ilişkisinin kutsal hiç bir tarafı yoktur.’ Yaklaşık 50 yıldır Amerika ile ittifak Türk dış politikasının en önemli ‘mobilyası’ idi. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek için henüz erken olsa da bu durumun, örneğin bundan üç-beş yıl sonra da devam edeceğinden emin olmak artık pek mümkün değildir. Amerika, hemen her ülke gibi Türkiye için de en önemli dış politika meşgalesi olmaya devam etmektedir. Amerika’nın bu benzersiz ve kontrolsüz gücü ile ne yapacağız? Türkiye ABD’nin stratejik müttefiği, müttefiği, küçük ortağı, taşeronu, rakibi olabilir ama Irak harekatı bize bir şey gösterdiyse o da günümüzün Washington’un düşmanı olmak için iyi bir zaman olmadığıdır. Irak harekatından sonra İncirlik ve Türkiye askeri anlamda önemini ciddi oranda kaybetmiş olabilir. Ama Türkiye, ‘Türk modeli’ ile belki başka bir şekilde önemli olmaya devam edecektir. ‘Model olmak,’ başka hiçbir şeye yaramasa bile Türkiye’ye kendini demokrasisi ve, ekonomisini disipline etmeye ve kendine ancak yüksek standartları münasip görmesine katkıda bulunabilir. Eğer Türkiye demokratik model olarak görülürse içeride demokrasiden kaymalar muhtemelen daha zor hale gelir. ‘Model olmak’ Washington’un Ankara’ya bakışını da değiştirecektir. Örneğin Paul Wolfowitz’in Türk ordusunun Irak harekatını destekleme konusunda daha aktif olmasını istediği konuşması demokratik modelle çelişmektedir ve muhtemelen tekrarlanmayacaktır. ABD’nin Türkiye’den istedikleri demokrat ve Batı yanlısı ‘olmakla’ sınırlı değildir. Washington, Ankara’dan Gül‘ün Tahran’da İslam Konferansı Örgütü’nde yaptığı konuşma türden bazı şeyler ‘yapmasını’ da istemektedir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki amaçları bu ülkelerle ekonomik münasebetleri ilerletmek, onları demokratikleşme konusunda yüreklendirmek ve terör ile kitle imha silahları alanında ABD’nin askeri dahil baskısına maruz kalmalarını önleyecek adımlar atmalarını sağlamak olmalıdır. Türkiye, Washington’un mesajını bu ülkelere götürmekten gocunmamalı ama öte yandan da Tahran ve Şam ile geliştirdiği yakınlığa Washington'un vetosunu kabul etmemelidir ve suçluluk psikozuna girip Washington’a ‘yanlış bir intiba vermemek için’ bu ülkelerle diyaloğunu zayıflatma yoluna gitmemelidir. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme isteğini ‘Batı’dan kopmak’ şeklinde değerlendirmek doğru değildir. ABD’deki bu yöndeki endişeler diyalog yoluyla giderilmelidir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) |