TurcoPundit

US foreign policy and Turkish-American relations
ajp1914@yahoo.com
Home
Foreign Press Review
Şanlı Bahadır Koç


This page is powered by Blogger. Isn't yours?
Cuma, Ekim 31, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 31 Ekim
Asker Gönderme ve Irak ile İlgili Gelişmeler

Türkiye ‘elini çabuk tutup’ asker gönderme fikrinden vazgeçtiğini açıklamalı mıydı? 1) Irak’ta hızla artan eylemler, 2) Irak’tan gelen menfi tepkiler, 3) Washington’un ‘isteksizliğinden’ sonra konu bir kez kamuoyunun gündeminden düştükten sonra Hükümet’in bu konu için harcayacak ilave siyasi sermayesi olup olmadığının belli olmaması, 4) konunun ayrıntıları üzerinde hemen hiçbir ciddi müzakere yapılmamış olması, 5) Washington’un güvenlik konusunda Iraklılar’a ağırlık vermeye karar vermesi gibi faktörler, Ankara’nın Irak’a asker gönderme ihtimalini ciddi olarak azaltmıştır. Ancak, Washington’un Türk askerine olan ihtiyacının göstermekten istediğinden daha fazla olduğu düşünülebilir. Özellikle Amerikan askerlerinin rotasyonun gerçekleşeceği Bahar aylarına doğru Washington’un Türk askerine olan ilgisi daha da artabilir.

Beyaz Saray’da, Başkan’ın tekrar seçilmesine Yönetim içindeki başka bazılarına göre daha fazla önem veren kişiler, özellikle Mart ayından sonra daha da kızışacak seçim kampanyası sırasında, şu anda olduğu gibi her gün Amerikan askerinin ölmesine tahammülleri olmadığı için, yeterli eğitim ve tecrübeye sahip olmayan Iraklıları silah altına alma fikrine sıcak bakmaktadırlar. Bu gerçekleşirse hızla ve muhtemelen gerekli eğitimi almadan kurulacak Irak güvenlik güçlerinin, Amerikan askerlerine oranla dil ve kültürel nüanslara hakim olmak gibi avantajları olacaksa da, şu an devam eden türden ve muhtemelen daha da artması ve şiddetlenmesi beklenebilecek saldırıları kendi başına önlemesi veya azaltması çok yüksek bir ihtimal olarak görülmemelidir. Ama böyle bir güç, sınır güvenliği, altyapının korunması, devriye gezme gibi görevleri Amerikan askerlerinden alarak onları daha az kayıpla, iyi istihbaratlar desteklenmiş nokta operasyonlara yoğunlaşma imkanı sağlayabilir. Başkan Bush, dışarıya vermeye çalıştığı, Irak’ta başarılı olmak için gereken her şeyi yapmaya hazır kararlı lider imajına rağmen, bu ülkede atacağı adımları yaklaşan seçimin gereklerine göre ayarlayacak gibi görünmektedir. Bu arada, ‘ABD’nin Irak’ta başarılı olmaya mahkum olduğu’ tezi genel bir ifade olarak kabul edilebilir ama mutlak, ‘teolojik’ bir inanca neden olmamalıdır. Başarının ve başarısızlığın dereceleri vardır. ABD çok muhtemelen Irak’tan, Vietnam’da olduğu gibi ‘büyükelçiliğin terasından helikopterle kaçmayacaktır’ ama Irak’ta hedeflediğini düşünmemizi istediği hedeflerde revizyona gitmesi mümkündür. Mesela 2010 yılında da Irak’ta belli bir Amerikan askeri gücü muhtemelen konuşlanmaya devam edecektir ama bu tarihteki Irak yönetiminin ne demokratik ve laik olacağının, ne Amerikan yanlısı olacağının, ne de İsrail’i tanıyacağının garantisi vardır. Seçimler yaklaştığında şu an uygulanan politikaların başarılı olmadığı görülürse, Bush şimdi fantezi gibi gelebilecek değişik açılımlara girebilir. Irak’ta yaşanan kaos ortamı devam ederse, Ürdün Kralı’nın amcası vasıtası ile Haşemi hanedanını en azından geçici bir süre için Irak’a getirme fikri daha fazla taraftar bulabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)

G- ABD 30 Ekim
Washington’un Sorunları

Irak’ta 1 Mayıs’tan bu yana ölen Amerikan askeri sayısı savaş süresince ölenleri geçmiştir. Koalisyon kuvvetlerine yönelik saldırı sayısı yaz aylarındakinin iki katına çıkarak günde yaklaşık 33’e ulaşmıştır. Eylemlerin sayısı kadar koordinasyon, şiddet ve gösteriş derecelerinde de artış gözlemlenmektedir. İşgal yönetimi bazı bölgeler ve konularda bir ölçüde ilerleme sağlamış olsa da, bu şimdi olduğu gibi yavaş, sınırlı ve düzensiz bir iyileşme olursa, Washington bir süre sonra kendini bu kazanımları da kaybettiği bir noktada bulabilir.
Zamanın işgal güçlerinin lehine işlediğini düşünmek iyimserlik olabilir. ABD’nin Irak’ta başarılı olabilmesi için --bir kısmı birbirini tetikleyecek—bir dizi olumlu gelişmeye ihtiyacı vardır.

Şu sorular önemli görünmektedir: Iraklılar ABD’nin kazanacağından, ‘çekip gitmeyeceğinden’ emin olacaklar mı? Koalisyona yardım etmenin, ona istihbarat sağlamanın, onun için çalışmanın ne ölçüde kendi hayatlarını tehlikeye atacağını düşünecekler? Sünniler, devam eden eylemlerin kendilerine verilecek iktidar pastasının artmasına mı, yoksa azalmasına mı neden olacağını düşünecekler? ABD, Sünnileri, aşiretleri, dağıtılan Irak ordusu mensuplarını, Saddam’dan çok hazzetmese de kariyer kaygıları ve korku gibi nedenlerle Baas partisine üye olan bürokrat ve subayları kurulacak yeni sisteme entegre etmeyi deneyecek ve bunu becerebilecek mi? Şiiler, ABD’nin kendilerine, sayılarıyla orantılı olmasa bile başat bir rol verebileceğine ne ölçüde ve ne süreyle inanacaklar? İstihdamın artması ve ekonominin en azından savaş öncesindeki tempo ve düzeye ulaşmasıyla halk, hayatın ve işlerin iyiye gittiğini görüp, inanacak mı? Iraklılar ülkenin toprak bütünlüğü, petrolü ve İsrail ile ilişkiler gibi konularda ABD’nin ‘iyi niyetli’ olduğuna kanaat getirecekler mi? ABD’nin yetki ve sorumlulukları sınırlı, yavaş ve kontrollü de olsa devredeceği Konsey, Bakanlar Kurulu, Irak güvenlik örgütleri gibi kurumlar aralarında birlik olabilecekler ve yüklenecekleri sorumlukların altından kalkacak beceri ve birliği gösterebilecekler mi? Irak halkı bu kurumların Amerikan ‘kuklası’ olduğu yönündeki düşüncesini değiştirecek mi? Washington yukarıdaki konuların önemli bir kısmında, çok da uzun olmayacak bir sürede, ciddi ilerlemeler kaydetmez ve kazanımlarını korumaz ise, en azından başta koyduğu hedefe ulaşması ciddi şekilde zorlaşacaktır. Bu alanlarda başarı bile muhtemelen saldırıları bitirmeyecek, ama onları ABD açısından kabul edilebilir boyutlara getirebilecektir. ABD’deki 2004 seçimleri yaklaşırken, saldırıların sayısı ve şiddeti düşer, ölen, yaralanan ve Irak’ta konuşlanan Amerikan askeri sıklık ve sayısı azalır ve Irak’ta anayasa ve seçimler gibi gelişmeler Irak’ı Bush için bir seçim riski olmaktan çıkarabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Ekim 27, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 27 Ekim
Irak’a Asker Gönderme Üzerine Notlar

1) Son haftalarda, Irak’ın içinden ve dışından yükselen Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine karşı sesler ve Irak’ta giderek daha kötüye gittiği müşahade edilen güvenlik durumundan sonra, hala bu ülkeye asker göndermenin mümkün olabileceği bir noktaya gelinebilir mi? Yoksa bu konu, yüksek sesle ifade edilmese de, artık kapanmış farz edilebilir mi? Şu opsiyonlardan bahsedilebilir: Ankara, i) artık Irak’a asker göndermeyi düşünmediğini, ii) bu konuda kesin kararını daha vermediğini, iii) ABD’den cevap beklediğini, iv) gerekirse Irak Konseyi ile bu konuyu görüşebileceğini/müzakere edebileceğini açıklayabilir. Ya da, v) kapalı kapılar ardında, Washington’a birkaç haftayı geçmeyecek bir süre vererek, bu sürenin sonunda ABD ile anlaşma sağlanmazsa, ‘ismini daha fazla yıpratmamak için’ asker göndermek fikrinden kesin ve geri dönülmez bir şekilde vazgeçeceğini belirtebilir. Türkiye, asker göndermekten şimdiden vazgeçtiyse bile bu kararın ne zaman ve ne şekilde açıklanacağı önemli olmaya devam edecektir. Türkiye 7 Ekim’de Meclis’ten geçirdiği karardan maksimum getiriyi elde etmeye çalışmalıdır. Muhtemelen Washington, tamamen de anlaşılmaz olmayan nedenlerle, Türkiye’nin asker gönderme ihtimalini hazırda tutmak istemekte ve bu fırsattan tamamen de vazgeçmek istememektedir. Ama Irak’ın içinde ve dışında bir çok grup ve ülke, Türkiye aleyhine içlerinde belki de yüzyıllardır biriktirdikleri duyguları dışa vurmak için, ‘atışın serbest olduğu’ bir fırsat yakalamışken Türkiye ‘sonsuza kadar bekler’ bir görüntü vererek kendini yıpratmaması önemlidir. 2) Türkiye asker göndermekle ilgili olarak hem kısmen meşruiyeti, hem temsil gücü sınırlı olan ama öte yandan Bağdat’ta giderek daha fazla rol oynamaya namzet olan Irak Konseyi’ni muhatap almalı mıdır? Irak Konseyi’ni muhatap almayı reddeder bir görüntü vermek bu kurumun Türkiye’ye yönelik olumsuz bakışını kemikleştirecektir. Ancak öte yandan, Konsey ile asker gönderme konusunda doğrudan veya dolaylı bir müzakereye girip ir sonuç çıkaramamanın da olumsuz sonuçları olacaktır. Konsey’in Türk askerine olan ihtiyacı ABD’nin hissettiği kadar olmadığı için, gerçekleşse bile bu müzakerelerden Türkiye’yi tatmin edecek bir sonuç çıkması düşük bir ihtimaldir. Bu arada Konsey ile Fransa ve Almanya arasındaki ilişkilerin de giderek soğuduğu bir kenara not edilmelidir. Bu arada şu soru da makul görünmektedir: Eğer, mesela Pakistan gibi ülkeler asker göndermeye karar verseler ve Konsey buna da muhalefet etseydi, acaba ABD bu kez de Konseyin ‘vetosuna’ uyacak mıydı? Yoksa Amerikan Yönetimi’nin içinde ve dışında zaten Türk askerine sıcak basmayan çevreler Konseyi paravan olarak kullanmakta ve hatta onları Türk askerine karşı çıkma konusunda teşvik mi etmektedir?

3) Irak’ın geleceği ile ilgili olarak Türkiye’nin tercihi (merkezi, federal, bölünme) şeklinde dizilmiş olsa da, acaba merkezi bir Irak, Kürtleri tatmin etmeyerek ve onları bu yeni yapıyı sabote etmeye iterek, bölünmeye giden yolu belki bir parça geciktirmekle beraber, aslında orta vadede daha muhtemel hala getirebilir mi? 4) ABD’nin Irak’ta karşı karşıya olduğu güvenlik sorunları en baştan itibaren ya da artık bu noktadan sonra aşılmaz zorluklar içermekte midir? Yoksa, yapılan hatalara, kötüleşen güvenlik durumuna rağmen, i) temel hizmetlerde yaşanan/yaşanacak düzelmeler, ii) silahlı direnişi gerçekleştiren Iraklılar arasına yerleştirilen ‘köstebekler’, iii) yapılan saldırılarda çok sayıda Iraklının da ölmesi gibi nedenlerle, iv) Irak halkının Amerikan kuvvetlerine daha fazla yardım etmeye başlaması, v) Saddam’ın yakalanması, vi) eski Irak ordusunun tekrar silah altına alınması, vii) ekonominin Iraklılar için istihdam yaratır bir şekilde düzelmesi gibi gelişmeler yaşanırsa bu durum tersine döndürülebilir mi? 5) Eğer Türkiye, başta Kürtler olmak üzere Irak Konseyi’nden gelen protestolar üzerine Irak’a asker göndermekten vazgeçer ve son birkaç günde yaşanan olaylarla giderek daha mümkün görünmeye başlayan ‘ABD’nin başarısızlığı’ gerçekleşirse, Washington tarafında Kürtlere yönelik tepkiler artabilir mi? ‘Siz olmasaydınız, Türkler ve belki başkaları da gelecekti ve olaylar bu boyutlara gelmeyebilecekti’ demeleri mümkün olabilir mi? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cumartesi, Ekim 25, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 24 Ekim
Rumsfeld – Kredinin zamanlaması - Tahran-Şam’la ilişkiler

1) Rumsfeld’ın terörle mücadelede Pentagon’un rolü ve performansı ile ilgili iç yazışmasının sadece dört kişiye yazılmış olmasına rağmen basına sızmış olması ilgi çekicidir. Bu belge, Amerikan Savunma Bakanı’nın, dışarıdan görünenin aksine, eksik ya da yanlış işler yapıyor olabileceği sorusunu kendisine sorabildiğini göstermektedir. Sızan bu belge Bush Yönetimi’nin --dışarıya vermek istediği kendinden emin görüntünün aksine-- bazı endişeleri olduğu ve içeride kendini eleştirebildiğini gösterdiği için olumlu olarak bile görülebilir. Hatta bu belgenin bilerek Rumsfeld veya çevresi tarafından sızdırılmış olabileceğini düşünenler bile vardır. Eğer bu doğru değil ve Rumsfeld’e zarar vermek amacıyla sızdırılmışsa bunu yapmış olabileceklerin listesi uzundur. Rumsfeld’in hem yönetim stili, hem insan ilişkilerindeki direk ve hatta bazen kırıcı tarzı, hem de özellikle kara kuvvetlerinin hantal bulduğu yapısını değiştirmek için yaptığı Amerikan silahlı kuvvetlerini ‘dönüştürme’ yönündeki çabaları, dünyanın en büyük bürokrasisi olan Pentagon’da özellikle üniformalı generaller tarafından belli bir direnç, soğukluk ve hatta düşmanlıkla karşılanmıştır. Bunun dışında tamamen spekülasyon olarak denebilir ki, belge, teröre karşı mücadele ile ilgili ‘gizli’ ve nispeten olumsuz görüşlerin yayınlanması ile zor durumda kalacak ve bundan çok memnun olmayacak Beyaz Saray nezdinde Rumsfeld’in pozisyonunu zayıflatmak isteyen ve belki de onun yerinde gözü olanlar tarafından da sızdırılmış olabilir. Yeni muhafazakarlar Irak’a daha çok asker gönderme gibi konularda anlaşamadıkları ‘inatçı’ Rumsfeld ile işlerinin bittiğini düşünerek ondan kurtulmanın yollarını arıyor bile olabilirler. Bu grup Bush’un Rumsfeld’den seçimi beklemeden kurtulmasını istiyor olabilir. Teknik olarak bakılırsa aslında bu iç yazışma, Savunma Bakanı’nın gözardı edilemeyecek bir savunma entellektüeli ve kendi personelini günlük karmaşanın ötesinde düşünmeye teşvik eden zorlu bir idareci olduğunu göstermektedir.

2) ABD’nin Türkiye’den asker istemekten geçici ya da temelli vazgeçmesi halinde Türkiye buna nasıl cevap vermelidir? Asker göndermek zorunda kalmadığımıza memnun olduğumuzu ama Irak’taki meşru ve kalıcı çıkarlarımızı korumaktan vazgeçmemizin de beklenmemesi gerektiğini belirtmek, ama Washington’un bir anlamda Hükümet’i Meclis’ten tezkereyi geçmeye zorladıktan sonra Kürtlerden gelen baskı sonrasında ‘ortada bırakmasının’ hayal kırıklığı ve endişe yarattığını bildirmek doğru yol olabilir. Bu arada 8.5 milyarlık kredinin en optimal şekil ve zamanda nasıl kullanılacağı sorusu da önemlidir. Türkiye bu kredinin tamamını ya da bir kısmını kullandıktan sonra anlaşmada belirtilenin aksine eylemler içine girerse (örn. Irak’a tek taraflı müdahale etmek) bu krediyi iade etmek zorunda kalacak mıdır? Ya da başka şekilde sormak gerekirse, Türkiye’nin krediyi kullanması onu sonradan aslında atmasının gerekli olduğu sonucuna vardığı bazı adımları atmasına engel olarak seçeneklerini daraltır ve manevra alanını azaltır mı? Aslında bahar aylarında açıklanan bu yardımın şartlarını, savaş sonrasında ABD ile işbirliği yaparak yerine getirmiş ve savaş öncesi ve sonrasındaki kayıpları ile hak etmiştir. Ankara, krediyi kullandıktan sonra bunun kendi hareketlerini kısıtlamayacağına ve gerektiğinde ABD’nin istediklerinin dışına çıkabileceğine inanıyorsa bu krediyi belki de olabildiğince hızlı ve belki yeni şartlar öne sürülmeden kullanması daha doğru olabilir.En kötüsü ise kredinin transferini geciktirip bu arada gözümüz hep ABD’de olacağından manevra alanımızı da kaybetmemiz halinde yaşanacaktır. Tersi bir bir bakış açısı ise şu olabilir: Krediyi alıp kasada tutmanın ekonomi üzerindeki olumlu etkisi, krediyi hemen almak yerine istediğimiz ve gerçekten ihtiyacımız olan bir zamanda almak için bekletmenin piyasalar ve başta faizler gibi ekonomik göstergelerden kaynaklanan getirilere olumlu etkisine göre daha az olabilir. Piyasa kredinin hemen kullanılmasındansa gerektiğinde kullanılabilecek şekilde Amerikan hazinesinde beklemesini tercih edebilir. Piyasanın Türk dış politikası üzerinde bu derece etkileri olması aslında rahatsız edici ise de salt ekonomik olarak bakıldığında hangi şıkkın daha kazançlı olduğu dikkate alınmalıdır. Kısacası bu kredinin kullanılmasına ve bunun zamanlamasına siyasi olduğu kadar ekonomik faktörlerin ve uzmanlığın da dahil edilmesi gereken ince bir hesaplama sonucunda karar verilmelidir.

3) Türkiye, İran ve Suriye gibi ülkelerle Irak konusunda işbirliği yaparken ikili mi yoksa çoklu ortamları mı tercih etmelidir? İkili ilişkilere ağırlık verildiğinde daha ‘enteresan’ konular hakkında rahat konuşmak mümkün olabilir ve daha açık pazarlık yapılabilir. İkili görüşmeler üçlü veya daha büyük zirvelere göre gizli kalma şansı ve sonuç alma şansı daha çok, pratiğe geçirilmesi daha mümkün temaslar olabilir. Bu tür görüşmeler Washington tarafından bir çeşit meydan okuma olarak görülebilecek üçlü zirvelere göre ABD’yi daha az rahatsız edebilir. Üçlü veya daha geniş görüşmelerde diğer ülkeler Türkiye’ye normalde arzu etmeyeceği şeyler empoze etmeye çalışabilirler. İkili görüşmelerin olumsuz yönü ise, İran ile Suriye’nin aralarındaki ilişkinin yakınlığı nedeniyle, muhtemelen bizimle konuştuklarını birbirleriyle paylaşacak olmalarına rağmen biz onların ‘yalnızken konuştuklarını’ muhtemelen bilemeyişimiz olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Ekim 23, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 23 Ekim
Karar Alma

Türk dış politikasındaki karar alıcıların karar alırken dikkat etmeleri gereken faktörler arasında şunlar da olmalıdır: 1) Söz konusu meselenin kendi tarihi (örn. Irak tarihi, etnik gruplar arasındaki ilişkilerin, ABD ve Batılı ülkelerin Irak’la ilişkilerinin tarihi), 2) söz konusu meselede Türk politikasının geçmişi (örn. Türkiye’nin Irak politikasının tarihi), 3) söz konusu meselede yakın dönemdeki gelişmeler (örn. Saddam sonrası Irak’taki gelişmeler, ABD’nin Irak’taki amaç ve problemleri), 4) Karşıdaki muhatap, ortak ve hasımların kişisel, kurumsal, milli tarihi (örn. Kürt tarihi, Kürt liderlerin psikobiyografileri, amaçları, çıkarları, umutları, korkuları, değer verdikleri, güçlü ve zayıf yönleri), 5) Söz konusu mesele ile benzer konularda yaşanan tecrübeler (örn. Irak ile ilgili olarak, savaş sonrası dışarıdan düzen empoze edilen Bosna, Kosova, Doğu Timor, Almanya, Japonya gibi yerlerdeki tecrübeler, ABD’nin benzer müdahalelerinin geçmişi), 6) gerçeğin kendisi ile karıştırmamak ve belli bir ihtiyatla karşılamak şartı ile dünyayı anlamak –ve hatta belki de değiştirmek-- için önemli bir enstrüman olan teorik çalışmalardan süzülüp gelen genellemeler (örn. uluslararası ilişkiler ve dış politika alanında yapılmış teorik çalışmalardan, ulus inşası, etnik ve milli bilinç gibi konularda yapılmış çalışmalar). Bu kadar bilgi, fikir, teori, data ve istihbaratı işlemek için büyük ve iyi yetişmiş personelden oluşan bürokrasilerin gereği açıktır.

Dış politikanın formülasyonu ve uygulanması, her zaman değilse bile çoğu kez, sadece birbirinden farklı değil aynı zamanda kendi içinde de zamanla değişen, değerler arasında karmaşık tercihler yapmayı gerektirmektedir. Dış politikada karar alıcılar, 1) bazen eksik, bazen de işlenebilecek ve ‘tüketilebilecekten’ çok fazla bilgi ile, 2) önemli ölçüde belirsizlik içinde, 3) bilgi ve fikirlerin kurumlar içinde ve arasında oluşan tıkanıklıklar nedeniyle hızlı ve doğru akmayabildiği ve yeterince tartışılmadığı, ve 4) en objektif olanlarının bile, bazen farkında olmadan ve istemeden –zaten ‘hesaplanması’ ve karmaşanın içinde ‘mıhlaması’ çok kolay olmayan-- ‘milli çıkarların’ dışında kişisel ve grup çıkarlarının bakış açılarını etkilediği bir süreç sonunda karar almaktadır. Karar alıcılar, nasıl dış politika yaptıkları üzerine de düşünmek zorundadırlar. Karar alıcılar, tüm insanlara özgü aşağıdaki hatalara karşı tetikte olmalıdır:1) Görmek istedikleri şeyleri görmek, 2) kendi geçmişlerinden getirdikleri önyargı ve bagajlardan kurtulamamak, 3) bazı tekil olaylardan süpürücü genellemeler çıkarmak, 4) karşı tarafın da otomatik olarak bizimkinin benzeri ya da aynı bilgi, algılama, değerler sistemi ve düşünme alışkanlığına sahip olduğunu varsaymak, 5) karşı tarafın her hareketinden şüphelenirken, karşı tarafın bizim hareketlerimizi ‘kötü niyetli’ olduğunu düşünmesini anlayamamak.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Ekim 22, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 23 Ekim
İran ve İyi Polis

1) ABD ile AB arasında İran ile ilgili olarak adı konmamış ve belki bilinçli de olmayan bir tür iş bölümü ve iyi polis-kötü polis oyunu olduğu düşünülebilir. İran’ın nükleer programına karşı ABD sadece ‘sopa’ (kuvvet tehdidi) ile AB ise havuç ve sopadan oluşan ‘şartlı diyalog,’ güven verme, ticaret ve uluslararası kurumlardan oluşan daha geniş bir siyasi enstrümanlar vasıtası ile karşılık vermiştir. İran’ın dünkü kararı, eğer zaman kazanmak için yapılmış taktik ve yanıltıcı bir adım değilse, AB açısından prestij ve kendine güven kazandıracak önemli bir başarı olarak görülebilir. Bir çok yorumcunun da dile getirdiği gibi, İran konusundaki ortak tavır Irak krizinde iyice yüzeye çıkan AB’nin bölünmüşlüğünün rehabilitasyonu sürecinin bir parçası olarak görülebilir. Irak’ta yaşananlardan sonra, Blair’in eskisi kadar tartışmasız bir şekilde Washington’un yanında yer alması artık zorlaştığı gibi, Almanya ve Fransa’nın da ‘problem ülkelere’ sert konuşmak gereğine otomatik olarak karşı durmaları beklenmemelidir. Eğer bir süre sonra İran geri adım atmazsa, burada elde edilen başarı ile beraber Avrupa’nın üç büyüklerinin birlikte çalışma isteği artabilir ve İran’ı, NATO ve AB güvenliği gibi konular dışında Suriye ve hatta K. Kore gibi başka benzer girişimler takip edebilir. Dün olanları bir anlamda Avrupa’nın Orta Doğu’ya dönüşü olarak görmek yanlış olmayabilir. Irak’ta yaşananlardan sonra , AB hem İran’ın nükleer silah sahibi olmasını önlemeye hem de bu ülkeyi ABD’nin insafına bırakmamaya kararlı görünmektedir. Bu iki amaçta da başarılı olup olmayacağı belli değilse de, İran dünkü anlaşmadan ciddi olarak sapmadığı takdirde kendisine karşı yapılabilecek bir İsrail-ABD saldırısına karşı AB’nin diplomatik şemsiyesi altına girmiştir. Suriye’ye yönelik uygulanan baskının İran’ın bu kararında etkisi olmuş olması mümkündür. İran kendini, 31 Ekim’den sonra nükleer programı aleyhine çıkabilecek bir BM kararından sonra olayların temposu kendi açısından kontrol edilemez boyutlara gelmeden Avrupa’nın üç büyüklerinin desteğini kazanmak zorunda hissetmiştir. Washington’un, bir yandan bakıldığında, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını engelleyecek her türlü girişimden memnun olması gerekirken, öte yandan da AB’nin Orta Doğu’da yaptığı bu hamle vasıtası ile ‘yer kapmasından’ rahatsız olmaması mümkün değildir. Washington’un, durumdan memnuniyetsizliğini elden geldiğince gizleyerek temkinli bir görüntü vermesi beklenmelidir. Bush Yönetimi bir süre daha İran’ın niyetleri hakkında aktif bir şüphecilik politikası izlemeye devam edecektir. Washington, Tahran’ın bir süre soluklandıktan sonra bir kaç yıl içinde tekrar NPT dışına çıkarak nükleer silah sahibi olmasından veya gizli şekilde nükleer silah için çalışmaya devam etmesinden endişelenmektedir. İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak AB’nin pozisyonuna daha yakın olan Ankara’nın dün başlayan sürecin bir parçası olması gerekir.

2) Hile ve ‘takiyye’nin dış politikanın önemli araçlarından biri olduğuna şüphe yoktur. Devletlerin görünen ve ifade ettiklerinden farklı ve hatta bazen tam zıddı amaçları olabilir. Yakın dost ve müttefiklerin bile telaffuz ettiklerini hiç şüphe etmeden sorgusuz sualsiz gerçek kabul etmek çok akıllıca olmayabilir. ‘Washington, sonradan Türkiye aleyhine yapacaklarına zemin hazırlamak ve bahane yaratmak amacıyla, bilerek, Türkiye’ye kendisini reddettirmeye çalışıyor olabilir mi?’ Eldeki verilerle bu soruya olumlu ya da olumsuz kesin bir cevap vermek mümkün olmayabilir. Ama bu soruyu gereksiz ya da anlamsız diyerek fırlatıp atmamak ve zihinsel kütüphanemizin üst raflarından birinde tutmaya devam etmek gerekir. 3) Madrid’deki ekonomik yardım konferansından sonra Irak’a yardım yapan ülkeler bu paranın kendi şirketlerinin Irak’ta alacağı ihalelerin karşılığı olmasında ısrar edebilirler. Bu durumda Türkiye’nin Irak’ta umulan kadar büyük ve çok sayıda ihale kazanmaması beklenebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Ekim 20, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 20 Ekim
Türkiye’nin Opsiyonları

Washington, Meclis’ten geçen tezkereyi BM’de yeni karar çıkararak bir anlamda şimdiden tahvil etmiştir. Bu arada Türkiye, Meclis’ten geçen tezkerenin nihai bir karar değil, Hükümet’e yetki devri olduğunu dünyaya yeterince anlatamamış görünmektedir. ABD, burada daha önce de belirtildiği gibi, Irak Konseyi’nden Türk askerinin Irak’a gönderilmesi aleyhine yükselen sesleri, Türkiye’yi i) Washington’un istediği bölgeye, ii) istendiği zaman çıkacak şekilde, iii) fazla şartlar öne süremeden ve iv) muhtemelen bunun karşılığında bir şey alamadan göndermesi amacıyla kullanıyor olabilir. Türkiye’yi daha bölgeye varmadan psikolojik ve siyasi olarak hırpalayarak, Irak’a giderse bile onu fazla insiyatif alamayan ve neredeyse Irak’a asker göndermesine ‘izin verdiği’ için ABD’ye ‘minnettar olacak,’ ‘fazla şikayet etmeye’ hali kalmamış bir şekle sokmaya çalışıyor olabilir. Kürtlerin liderliğini üstlendiği Türk askeri aleyhtarı koro ABD ile danışıklı olarak bu yönde açıklamalar yapmış değilse bile, Washington’un bu durumu, kendine de bazı sorunlar yaratmakla beraber, kendisi için avantaja dönüştürmeye çalıştığı düşünülebilir. Mevcut durumda konuyla ilgili olarak Türkiye’nin opsiyonlarını en kaba şekilde ve geçici bir şekilde analiz etmek gerekirse şu ihtimallerden bahsedilebilir: 1) Asker gönderme kapısını kapatarak, ‘madem istenmiyoruz, o zaman asker göndermeyiz. Zaten çok da istekli değildik’ diyerek bu konuyu gündemden kaldırmak. Bir parça iyimser ama tamamen de temelsiz olmayan bir düşünceye göre şu anda Ankara BM kararını beklemeden tezkereyi geçirerek hem ABD ile ilişkileri düzeltmiş hem de bunu asker göndermek zorunda yapmadan gerçekleştirmiştir. Ancak bu durumda Ankara’nın Irak’ta olacaklara etki etme kapasitesinin çok azalacağı endişesi dile getirilmektedir. Bu endişede bir parça haklılık payı olsa da, Türkiye, ABD’yi reddederek değil, ‘istenmediğini anladığı için’ geri adım attığından, ABD tarafından cezalandırılması söz konusu olmamalıdır. Ama öte yandan, ABD’nin Türkiye’yi cezalandırması ve onun çıkarlarını dikkate almayan adımlar atması için Ankara’nın onu karşısına alması gerekmediği de bilinmektedir. Bu arada Ankara’da, Washington’un Türk askerinden vazgeçer görünmesinin nedeninin, bunun ABD’nin Irak’ın geleceği ile ilgili planlarını zorlaştıracağını düşünmesi olduğu konuşulmaktadır. Peki ABD bunu yeni mi fark etmiştir? Yoksa Washington zaten Türk askerinin kendi planları için yaratacağı problemleri öngörmüş olsa da, tezkerenin bu kadar çabuk geçmeyeceğini hesaplamış ve bu durumda Irak’ta kendini bir kere reddeden bir kere de oyalayan Türkiye’nin rahatsız olabileceği bazı girişimlerde bulunmak için yeterince nedenin birikmiş olmasını mı umuyordu? ‘Asker göndermekten kesin olarak vazgeçmenin’ başka bir mahzuru da bir süre sonra Washington yine baskı yapmaya başlar ve Ankara buna yine boyun eğmek zorunda kalırsa, bunun ‘asker gönder derler gönderirim, gönderme derler göndermem, tekrar gönder derler gönderirim’ şeklinde özetlenebilecek ve görüntü açısından hoş olmayan bir durum yaratacağıdır. Ankara asker göndermeye kesin olarak karar verirse bunun ‘son kararı’ olduğundan emin olmalıdır. Washington bir süre sonra başka asker bulamadığı için, Kürtleri de ‘ikna ettikten’ sonra tekrar Türkiye’den asker istemeye gelirse bu durumda, hem de Başbakan’ın Irak’a asker gönderilmesinin esas nedeninin ABD’nin isteği olduğunu açığa vurmuş olmasından sonra, tekrar asker gönderme kararına dönüş yapmak yanlış olabilir.Bu durumda asker göndermedeki asıl amacımızın Washington’u memnun etmek olduğunu inkar etmek güçleşebilir.

2) ‘Konsey bizi davet etsin yoksa gelmeyiz’ demek. Bu bir anlamda Türkiye’nin Irak’a asker gönderip göndermemesine ve gönderecekse de bunun şartlarına Konsey’in karar vermesi veya veto hakkı olmasına kabul etmek anlamına gelebilir. Eğer, şu an uluslararası medyaya yansıyanın dışında ABD’nin gizli bazı temasları ve ‘şapkasından çıkaracağı bir tavşanı’ yoksa, ABD muhtemelen yine Türk askerine ihtiyaç duyacaktır. Eğer, i) Pakistan, G.Kore ve hatta Hindistan, şimdi değilse bile birkaç içinde çıkacak yeni bir BM kararının sonrasında asker göndermeye karar verirler, ii) eğitilen Iraklı asker ve polisler güvenlik konusunda giderek artan oranda sorumlulukları devralır ve bunda da başarılı olursa, veya iii) ABD diğer bölgelerden kaydıracağı kendi askerler gibi çözümler vasıtası ile Irak’ta özellikle Bahar aylarından sonra oluşabilecek açığını kapatırsa, Washington en azından bir süre için Türkiye’den asker kabul etmeden de idare edebileceği sonucuna varabilir. Bu noktada sorulması gereken soru şu olabilir: ABD tekrar bizden asker istemek için gelirse/geldiğinde bizim bu arada kapıyı kapatmış olmamamız mı, aralık tutmuş olmamız mı, yoksa Irak’a gitmekte arzulu ve hatta ısrarcı olmamız mı daha iyidir? Kürtler ve Konsey Washington’un baskısıyla bir süre sonra, ‘Türklerin gelmesini istemiyoruz, ama madem ABD buna ihtiyaç duyuyor o zaman izin verebiliriz, ama sadece bizim istediğimiz yere bizim istediğimiz şekilde olursa’ şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşıma geçebilir. Türkiye bu tür ucuna şartlar bağlanmış bir şekilde yapılacak asker davetini kabul etmeli midir? Cevap hayırsa, bunun zeminini şimdiden hazırlamak gerekir. 3) ‘Hayır biz ille de geleceğiz’ demek. Şu anda zaten bir parça terkedilmiş olan bu pozisyona dönüş olursa Türkiye siyasi sermayesini, enerjisini ve zamanını, Washington’dan asker göndermenin karşılığında isteyebileceklerini almaya değil başka bir şeye, Kürtlerin de kabul edeceği bir nokta aramaya harcamak zorunda kalabilir. 4) ‘Pozisyonumuzda bir değişiklik yok, bizim için önemli olan ABD ile anlaşmaktır ama daha anlaşmadığımız gibi daha henüz ciddi bir müzakere bile yapmadık’ demek. Washington ve Londra’nın, Türkiye’ye ayrı bir sektör, hem burada hem de Irak’ın genelinde siyasi rol vermeye çok yakın ve istekli olmadıkları görülmektedir. Bu durumu bir parça yumuşatmak için Koalisyon karargahında bir iki irtibat subayı ve diplomat bulunması gibi siyasi anlamda hemen hiçbir şey ifade etmeyen ‘tatlandırıcılar’ sunulabilir. Türkiye’nin Irak’ın anayasası, seçim kanunları, kaçınılmaz olmayan ama muhtemel bir federasyonun sınırlarının nasıl çizileceği gibi konularda etki sahibi olması için ille asker göndermesi şart olmadığı gibi asker göndermesinin tek başına etkin olmaya yetmeyebileceği de unutulmamalıdır. Türkiye, asker göndererek veya göndermeden ‘masaya oturmayı’ başarsa bile o masada ne diyeceğini şimdiden hazırlamazsa ve ezberindeki sınırlı kelime hazinesinin ötesinde bir şey söylemezse bunun çok anlamı olmayabilir. Türk askerinin Irak’a gitmesinin bazı problemleri çözebileceği ama yeni başkalarını da yaratabileceğini kabul etmek gerekir. Asker gönderilmesi durumunda, Irak’ta birbirine artık çok güvenmediğini düşünmek için yeterince neden olan Amerikan ve Türk silahlı kuvvetleri arasında yaşanabilecek problemlerin de ötesinde, Ankara; asker göndererek aldığı risk, uğradığı kayıp ve ödediği askeri, siyasi ve ekonomik faturaya rağmen, ağırlığının dikkate alınmadığını düşünürse, Türk-Amerikan ilişkilerindeki güven bunalımının geride kaldığını düşünmenin doğru olmayacağı gibi bu daha ileri düzeylere de varabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazar, Ekim 19, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız


Cuma, Ekim 17, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 17 Ekim
BM Kararı, Irak’a Türk Askeri, Iraklıların Tepkisi

Dün BM’nin savaştan sonra Irak’la ilgili aldığı üçüncü karar doğru yönde, sınırlı, bir çok açıdan yetersiz ama sembolik olarak ve Amerikan iç politikası açısından önemsiz olmayan bir adım olarak görülebilir. Karara rağmen bu koşullarda Pakistan asker, Fransa ve Almanya gibi ülkelerse ne asker ne de daha önce belirttiklerinden fazla ekonomik yardım gönderemeyeceklerini açıklamışlardır. Fransız BM temsilcisinin de işaret ettiği gibi, dünkü karar Irak’ın yeniden inşasıyla ilgili olarak alınan son karar olmayacaktır. BM kararının Türkiye’ye etkisine bakmadan önce Türkiye’nin bu kararın çıkış şeklini etkilediği iddia edilebilir. Meclis’in kararı, 1) Bush Yönetimi’nin verdiği bazı sınırlı ödünler, 2) Çin ve Rusya’nın artık fazla ‘olay çıkmasını’ istememeleri, 3) Almanya’nın Washington’la köprüleri tamamen atmaktan kaçınması, 4) Fransa’nın yalnız kalmak istememesi, 5) Suriye’nin de İsrail ve Kongre’den gelen baskılara karşı bir tür ‘zeytin dalı uzatma’ zorunluluğu duyması ve 6) diğer bazı ülkelerin -- karar akıllarına tam yatmasa da -- bunu ABD ile ilişkilerini düzeltmek için bir fırsat olarak görmeleri gibi başka bazı gelişmelerle birleşerek, Bush’u en azından içeride bir derece ve bir süreliğine rahatlatabilecek dünkü kararı mümkün kılan faktörlerden biri olmuştur. Bu karar çıkmasaydı veya çok sayıda çekimser oyla kabul edilseydi, Bush Yönetimi’nin Irak’la ilgili 87 milyar dolarlık paketinin Kongre’den geçmesinin çok daha sıkıntılı bir hale geleceği düşünülebilirdi. Ancak bu kararın bile Bush’un bu para isteği ile ilgili zorluklarını tamamen çözmeyeceği düşünülebilir. Kongre’de önemli sayıda ses Irak’ın yeniden yapılanması için harcanacak paranın hibe değil borç olması gerektiğini dile getirmektedir. Eğer bu sesler güçlenirse diğer ülkelerin de Irak’a ekonomik yardım yapmaları güçleşecektir. Irak’ın yeniden yapılanma sürecinin her Amerikan ailesine yaklaşık bin dolara mal olacağı hesaplanmaktadır.Bu arada, Demokrat Başkan adayları içinde şimdiye kadar beklenen çıkışı yapamayan isimlerden olan Senatör Edwards, Bush Yönetimini Irak konusunda diğer ülkelerle daha fazla ortak çalışma yapmaya yöneltmek amacıyla, bu pakete hayır oyu kullanacağını açıklamıştır.

Karardan sonra da Irak’a asker göndermeye hazır yeni fazla ülke olmadığı söylenebilir. Böylelikle Türkiye’nin komuta edeceği düşünülen uluslararası bir tümenin --en azından kısa vadede—kurulmayacağı düşünülebilir. Bunun sonucunda da, eğer Türkiye asker göndermeye karar verirse bunun ya en azından bir tümenden oluşması, ya da sayı bunun altında kalırsa beklenen büyüklükte bir sorumluluk alınmayacağı anlamına gelebilir. Bir açıdan bakıldığında Irak’ın içinden Türk askerine yönelik gelen tepkilerle beraber, eğer ABD bunları dikkate alıp Türkiye’den asker istemekten vazgeçecekse, bu durumun Ankara’ya asker göndermeden ABD’ye yönelik ‘iyi niyetini’ kanıtlama fırsatı verdiği düşünülebilir. Ancak öte yandan da bu durumun ciddi bir prestij sorunu yaratacağı da görülmelidir. Türkiye’nin, asker gönderme konusunda fazla istekli görünüp sonra da reddedilmiş mi olduğu, yoksa, hem ABD’ye ‘iyi niyetini’ göstermiş ve hem de belki de bunu asker göndermek zorunda kalmadan başarmış mı olduğu sorusunu net olarak cevaplamak şu an için çok mümkün değildir. Ama şimdiki tereddütlü görüntüsüne rağmen, Şubat-Mart aylarından sonra Irak’ta yeni askere ihtiyaç duyacağı gerçeği değişmediğine ve görünürde asker göndermeye niyetli başka ülke olmadığına göre, Washington’un bir süre sonra Türkiye ile müzakerelere oturması daha yüksek ihtimaldir. Bir ihtimal, Türkiye’ye, sınır bekçiliği ve BM personelini koruma gibi -- haklı veya haksız nedenlerle-- Ankara’nın pek sıcak bakmayabileceği düşük profilli ikincil görevler önerilecektir. ABD’nin şu anki tereddütlü görüntüsü tamamen samimi olmayabilir ve kısmen Türkiye’ye bazı görevleri fazla seçme hakkı tanımadan empoze etmek için uzatılıyor olabilir. İnanması güç olsa da, Türk askerlerini Irak’a ‘kabul etmekle’ sanki Washington Türkiye’ye bir lütuf yapıyor görüntüsü vermek ister gibidir.

Öyle ya da böyle, Irak’ı ne kadar temsil ettikleri tartışmalı da olsa, ortadaki aktörlerin hemen hepsinin Türk askerine karşı olduğunu söylemeleri, buna rağmen oraya gitmekte ısrar etmenin doğruluğunu daha bir tartışmalı hale geldiği gibi oluşan görüntünün rahatsız edici olduğu kesindir. Bu arada, şu an için çok önemli gözükmeyen, ama belki şartlar değişirse önem kazanabilecek bir noktaya işaret etmek gerekirse, Barzani Türk askerinin Irak’a gelmesi halinde değil, Irak Geçici Konseyi bunu onaylarsa Konsey’den istifa edeceğini belirtmektedir. Barzani’nin bazı şartlar altında yukarıdaki tehdidinin gereğini yapmaktan kaçınmasının mümkün olmasının ötesinde, Washington, son günlerde verdiği görüntünün aksine, Konsey’in itirazlarına rağmen Türk askerini Irak’a kabul eder ama bunun için Konsey’in resmi bir davet veya onayını şart koşmazsa bu durumda Barzani’nin istifa etmemesi mümkündür. Şu an ortaya çıkan durumda Kürt liderler, 1) Türkiye bağımsızlık hayallerine zarar verebilir endişesiyle, 2) Türkiye Irak içinde de olsa Kürtlerin gevşek bir federasyon ile şu an sahip olduklarına benzer hak ve kazanımları tersine çevirmeye tevessül edebilir diyerek, 3) Eğer Türkiye Amerikan işgali adına önemli görevler üstlenir, başarılar kazanır ve kayıplar verirse, Washington Ankara’nın isteklerine daha fazla kulak veriri endişesiyle, Türk askerinin Irak’ta bulunmasına karşı çıkmaktadırlar. Iraklı Arap lider ve kitlelerin Türk askeri varlığına karşı çıkmasının nedenleri arasında, 1) Kürtler ile kurdukları ittifak nedeniyle onları destekleme ihtiyacı duymaları (bkz. Çelebi), 2) Türkler de gelirse Irak’ta iktidarı paylaşırken ‘masaya fazladan bir tabak konacağı’ ve dolayısıyla kendilerine düşen payın azalacağından korkmaları, 3) Safi milliyetçi duygular nedeniyle topraklarında yeni bir yabancı unsur görmek istememeleri, 4) Osmanlı döneminden kalma Türklere yönelik tarihsel menfi hisler, 5) Türkiye’nin Irak’ın toprağında gözü olduğu yönünde, zaman zaman Türk politikacıların sorumsuzca verdiği demeçlerle daha da beslenen endişeler, 6) Özellikle Irak dışındaki Arap devletlerinin liderlerinin, Irak gibi önemli bir Arap ülkesinin geleceği belirlenirken, anlamsız ve sonuçsuz zirveler toplamak dışında bir şey yapmaya akıl, cesaret ve güçlerinin yetmediği bir dönemde, Türkiye gibi Arap olmayan bir ülkenin -- doğru veya yanlış nedenler ve şekilde de olsa-- insiyatif almaya istekli olduğunu göstermesinin zaten yeterince yara almış gururlarını daha da yaralaması gibi etkiler yer alabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Ekim 16, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 16 Ekim
Washington’un Sessizliği

1) ‘Washington Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi konusunda niye eskisi kadar aceleci ve istekli bir görüntü içinde değil’ sorusuna birden fazlası aynı anda doğru olabilecek şu ihtimallerle karşılık verilebilir: i) Amerikalılar, başta Kürtler olmak üzere Irak Konseyi’nden gelen tepkileri yatıştırmaya çalışmaktadır. Washington, kendi seçmiş olsa ve üyelerinin önemli bir kısmına gerçek anlamda çok saygı duymuyor olsa da, anlaşılır nedenlerle Irak Konseyi’nin isteklerini hiç dikkate almıyor görüntüsü vermek istememektedir. Bu nedenle Washington bu tepkilerin bir parça durulmasını beklemektedir. ii) Washington’da Türk askerinin Irak’a gelmesinin çözeceğinden daha çok problem yaratabileceğini düşünenlerin sayısı artmaktadır. Özellikle Türk askeri ile Kürt gruplar arasında çıkabilecek çatışmaların kontrolden çıkabileceği, Kuzey Irak’ta kurulduğu düşünülen istikrara zarar verebileceği, bunun da zaten işlerin iyi gitmediği diğer bölgelerdeki gelişmelerle birleşerek Bush Yönetimi’nin Irak’taki genel performansı ile ilgili yapılan olumsuz eleştirileri daha da arttıracağından korkuluyor olabilir. Bush Yönetimi, ‘problemsiz gibi duran sadece K. Irak vardı, şimdi orada da çatışmalar başladı’ diye düşünülmesini, her şeyden önce iç politika endişeleri nedeniyle istemeyebilir. Böyle bir durum başta Demokrat Başkan adayları olmak üzere Bush’un rakiplerine Yönetimin Irak’ta insiyatifi tamamen kaybettiğini söyleme fırsatı yaratabilir. iii) Washington, hem Irak Konseyi’nden gelen olumsuz tepkileri, hem de bugün-yarın çıkması beklenen BM kararını, Türkiye ile hala bir ölçüde devam etmesi beklenebilecek müzakerelerde bir çeşit koz olarak kullanmayı hesaplıyor olabilir. Washington, Iraklıların olumsuz tepkisini, Türkiye’ye ‘zaten seni burada kimse istemiyor. Bu nedenle asker gönderme karşılığında benden “aşırı” taleplerde bulunma’ diyerek; BM kararını ise, tam tersi şekilde ‘artık bu kararı da çıkarttığıma göre artık asker göndermenin önünde bir engel kalmadı, bana başka şartlar öne sürme’ diyerek, Türkiye’den gelebilecek bazı taleplere karşı daha baştan “ön almayı” hesaplıyor olabilir. iv) Ya da, bazen dile getirildiği gibi, Türk askerinin Irak’taki varlığının, Washington’un tamamının olmasa bile küçük ama önemli bir kısmında Irak’ın geleceği ile yapılan ve muhtemelen Türkiye’nin çıkar ve isteklerinin aleyhine unsurlar içerebilecek planları zorlaştıracağı ya da engelleyeceğinden endişe edilmektedir.

2) Başbakan, Bağdat’taki saldırının Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi ile ilgili olduğunu düşünmediğini söylerken, buna gerçekten inanmıyorsa bile, hata yapmış olabilir. Çünkü bu sözler ‘mesajın alınmadığı’ izlenimi yaratarak karşı tarafı mesajı netleştirmek için yeni bir saldırı yapmaya teşvik edebilir. Bu saldırı Türkiye’nin asker gönderme kararının kendisini değilse bile şekil ve zamanlamasını gözden geçirmesine neden olmalıdır. Ama terörist bir saldırıdan sonra geri adım atar görüntü vermemek de önemsiz olmadığı için, bu gözden geçirme saldırı ile arasında ilişki kurulmasını engelleyecek bir şekilde yapılmalıdır. 3) Gerçek anlamda dış politika entellektüelliği –tabii böyle bir şey varsa- 1 Mart tezkeresinden sonra bir çok kişinin yaptığının aksine, kendi istemediği bir karar alındıktan sonra ‘küsüp’, sürekli aslında kendi savunduğu siyaset seçeneğinin doğru olduğunu tekrarlamak ve ‘ben demiştim’ diyebileceği anı beklemek değil, ilk karar paylaşılmasa da, oluşan yeni durumda Türkiye’nin neyi, nasıl yapması gerektiği konusuna kafa yormaya devam etmeyi gerektirir.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Ekim 14, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 14 Ekim
Bağdat Elçiliğine Saldırı

Bağdat’taki Türk Büyükelçiliğine yapılan ve çok da geç olmayan bir zaman içinde benzerlerinin gelmesi beklenebilecek bombalı saldırı Türk askeri Irak’a gönderilirse önümüzdeki yıl içinde sık sık yaşayabileceğimiz şeylerin bir tür habercisi olarak görülebilir. Bu saldırı ile beraber Hükümet, ‘risksiz hiç bir şey yok’, ‘çıkarlarımız asker göndermeyi gerektiriyor’ gibi ifadelerle savuşturduğunu düşündüğü eleştirilerden sonra Irak’ta sık sık ve hatta düzenli şekilde kayıp vermenin nasıl bir şey olacağını daha somut olarak görmüş olmalıdır. Irak’ta maruz kalınacak risklerin şimdiye kadar olandan çok daha ayrıntılı ve objektif bir şekilde analiz edilmesi ve tartışılması gerekir. Yapılacak risk analizleri ölçülmeli, senaryolar ve rakamlar ile somutlaştırılmalı ve kağıt üzerinde bırakılmamalıdır. Muhtemel olumsuz senaryoların salt askeri değil Türk dış politikası ve iç siyaseti açısından sonuçları üzerine düşünülmelidir. Kayıplar arttıkça hükümet ve AKP içinde, muhalefet ile iktidar, kamuoyu ile iktidar, hükümet ile askerler arasında ve hatta belki de askerlerin kendi içinde sorumlular aranmaya ve gösterilmeye başlanabilir. Hükümetin kendine çok net olarak şu soruları sorması gerekir: Irak’ta her hafta ortalama bir kayıp verme ihtimaline, içeride belki yüz binlerce insanın katılacağı gösterilere, bu gösterilere karşı alınacak güvenlik önlemlerinde yaşanacak üzücü olaylara hazırlıklı mıyım? Bu gelişmelerin belki tek başına değil ama başta ekonomi olmak üzere diğer alanlarda yaşanabilecek olumsuz gelişmelerle birleşerek Hükümetin sahip olduğu desteği zayıflatabileceği, ajandasındaki diğer zorlu konularda gerekli adımları atmasını zorlaştırabileceği hesaplanmalıdır.

Bu arada ‘tek bir saldırı ile geri adım atmamak’ gerekir diyerek, Bush yönetiminden belki de tamamen farklı olmayan bir şekilde, muhtemel bir yanlışta ısrar eder duruma düşmemek gerekir. Türkiye şu aşamada Irak’a asker gönderme kararını gözden geçirmeli ama bunu olabildiğince bugünkü saldırı nedeniyle olduğu izlenimi oluşmasını engelleyerek, zamana yayılarak ve başka nedenler göstererek yapmalıdır. Bu saldırı belki tek başına asker gönderme kararından belki tamamen vazgeçilmesi gerektiğini değil ama Irak’a asker gönderme ile üstlenilen riskin boyutlarını netleştirerek karşılığında kazanılması gerekenlerin bir kaç muğlak söz ve umuttan ötesi olması gerektiğini gösterdiği için önemlidir. Türkiye eğer Irak’a asker gönderecekse bunun karşılığında kazanacakları üstlendiği risk ile orantılı büyüklük ve somutlukta olmalıdır. Ölen ve yaralananları unutmasak da, Türk kamuoyunun Irak’ta karşılaşacağı risklerle daha asker göndermeden yüzleşmesine katkıda bulunabileceği için saldırıya olumlu olarak bile bakılabilir. Koalisyon güçlerine günde yirminin üzerinde yapılan saldırılardan, aynı tempoda devam etmeleri halinde, Türk kuvvetlerinin nasibine en az bir kaç tane düşeceğini hesaplar ve bunların üçte birinde yaralanma, onda birinde de can kaybı olacağını farz edersek, Türk kuvvetlerinin bir yıl içinde bir kaç yüz yaralı ve elli ile yüz arası ölü verebileceği iddia edilebilir, ki buna çok sayıda Türk askerinin hayatını kaybedebileceği bombalı saldırılar dahil değildir. Büyük stratejik amaç, tehdit, plan ve gerekliliklerden bahsedilirken, Irak’ta verilecek kayıplarla beraber Hükümet’in, iktidar partisinin, şimdi asker gönderilmesini ister görünen ‘piyasanın’ ve hatta Genel Kurmay’ın bundan olumsuz etkilenebileceğini de unutmamak gerekir. Hükümet sadece asker gönderme kararının kendisini değil, görev alanı, asker sayısı, ayrıntılı askeri tehdit değerlendirmesi ve bunlara karşı alınacak önlemler konusunu da ‘sahiplenmelidir.’ Çünkü eğer asker gönderilecekse bu konular operasyonun başarısında çok önemli olabilecektir. Eğer Hükümet gerçekten büyük bir kumar olan Irak konusunda ‘cesur davranmaya’ karar verdiyse o halde başta Başbakan yuvarlak ifadelerin ötesinde asker gönderme kararının bütün ayrıntılarına hakim olması gerektiğinin farkında olmalıdır. Irak konusu yeterince dikkatli bir şekilde yönetilmezse AKP hükümetinin geleceği ve genel performansı üzerinde olumsuz ve orantısız bir rol oynayabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Ekim 13, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 13 Ekim
Bush Yönetimi’nin Personel Problemleri

Condoleezza Rice’ın Başkan Bush’la kişisel ilişkilerinin çok iyi olmasına rağmen bir Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak işinde çok başarılı olmadığı ve bu görevin ‘hakkını veremediği’ uzun zamandır iddia edilmektedir. Rice’ın başında olduğu Ulusal Güvenlik Konseyi’nden Yönetim içindeki değişik eğilimlerin fikirlerini Bush’un önüne getirmeden önce ‘işlemesi’ ve bunlar arasında makul ve hayata geçirilebilir bazı ‘uzlaşmalar’ sağlaması beklenmektedir. Ancak, mesela Nixon döneminde aynı görevde bulunan Kissinger’ın aksine, Rice’ın çok pasif bir tarzı olduğu ve siyaset tercihlerinin tartışılması aşamasında kendi görüşlerini çok fazla belli etmediği gibi, Başkan’ın önüne seçeneklerin götürülmesi, karar alınması, alınan kararların koordineli bir şekilde değişik departmanlar tarafından uygulanması ve bunun denetlenmesi sürecini de iyi yönetemediği yaygın bir şekilde dile getirilmektedir. Özellikle son nokta konusunda, Yönetim’in dışarıya vermeye çalıştığı ‘disiplinli’ imajına rağmen, Beyaz Saray’da Bush, Powell, Rumsfeld, Rice ve Cheney tarafından alınan kararların değişik departmanlarca kendi eğilimleri yönünde ‘ucundan çekiştirilerek’ değiştirildiği iddia edilmektedir. Irak konusunda yaşanan başarısızlık ve problemlerden sonra Beyaz Saray’da Rice’a bağlı Irak İstikrar Grubu adı altında bir koordinasyon ekibi kurulması ve eski Hindistan elçisi ve Harvard profesörü Robert Blackwill’in buraya getirilmesine rağmen bunun hem geç hem de yetersiz olduğu belirtilmektedir.

Irak’a daha fazla asker gönderme konusunda yeni muhafazakarlarla açık bir soğukluk yaşayan Rumsfeld’in, daha önce kendi yazdığı Rumsfeld Kuralları’nda kendi tavsiye ettiğinin aksine, yeni durumdan duyduğu memnuniyetsizliği yabancı gazetecilerle yaptığı bir röportajda çok açık bir şekilde dışa vurması ile beraber, Savunma Bakanı’nın da Bush Yönetimi için giderek bir yük haline geldiği yorumları artmaktadır. Rumsfeld’in Bush seçilse bile yeni dönemde Yönetimde görev almayacağı ve hatta seçimden önce Savunma Bakanlığı’nda ayrılabileceği iddia edilmektedir. Bush Yönetimi içindeki tek gerilimin Dışişleri ile Pentagon arasında olmadığı iddia edilebilir. Şahin kanadın yekpare olmadığı ve yeni muhafazakar kanadın yaşanan problemlerin sorumlusu olarak göstermek istedikleri ‘gidici’ Rumsfeld ile aralarına bir mesafe koymaya çalıştığı görülmektedir. Bu arada, yeni muhafazakarların Dışişleri içine yerleştirdikleri John Bolton gibi isimleri olduğu gibi, Colin Powell’ın da belki askeri kariyerinin de etkisiyle mesela John Abizaid gibi generallerle özel bir ilişkisi olduğu iddia edilmektedir. Buna CIA ile Beyaz Saray’daki Bush ve Cheney’e çok yakın Karl Rove ve Lewis Libby gibi bazı danışmanlar arasında artık gizlenemeyecek ölçülere varan gerginlik de eklenince Yönetim’in çok parçalı hali iyice ortaya çıkmaktadır. Bu giderek derinleşen parçalı yapının Washington’un Dışişleri ile Pentagon arasında olmasına alışkın olduğu rekabetin çok ötesinde olduğu ve bu durumun Bush Yönetimi’nin uyguladığı dış politikanın kalitesine etki ettiği, işlerin iyi gittiği düşünülen dönemin aksine problemler birikip krizler arka arkaya geldikçe herkesin başarısızlığı diğerlerinin üzerine yıkmaya çalışmasıyla işlerin kaotik boyutlara geldiği görülmektedir. Bush’un tekrar seçilmesi halinde geleneksel muhafazakar kanadın Yönetim’de daha güçlü bir şekilde temsil edilebileceği iddia edilse de yukarıda bahsedilen olumsuzlukların da etkisiyle bu ikinci dönemin gerçekleşme ihtimali her geçen gün azalmaktadır. Başka bir çok konuda olduğu gibi dış politika konusunda sınırlı bir bilgi ve ilgiye sahip bir başkan, egosu güçlü bakanlar, ağırlığını koyamayan bir Ulusal Güvenlik Danışmanı ile ‘dünyayı yeniden kurma’nın sanıldığından çok daha zor olduğu ortaya çıkmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Ekim 10, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 9 Ekim
‘Büyük düşünmek,’‘küçük düşünmek’ / Yer Seçimi

1) Türkiye, siyasal, sosyal ve diplomatik olarak başaramadığını, bir tür kumar olduğu kabul edilmesi gereken bir belirsizliğe askerlerini atarak çözmeye çalışıyorsa önemli bir yanlış içindedir. Ancak bu Türkiye’nin güvenlik problemlerinin çözümünde askeri güç kullanmaya yer yoktur şeklinde yorumlanmamalıdır. Askeri güce dış politikada elbette yer vardır. Ama askeri güç, politikanın bir aracı ve ‘alet çantasındaki aletlerden biri’ olmalıdır, politikanın merkezi veya kendisi değil. Askeri gücün kullanılması veya konuşlandırılması ile siyasal amaçlar arasındaki ilişki şu an Hükümet’in kullandığı yuvarlak sözlerden çok daha net ve ayrıntıyla ortaya konmalıdır. 2) Türkiye’de riskli ve popüler olmayan kararlar almakla stratejik ve uzun dönemli düşünmeyi birbirine karıştıranların arttığı görülmektedir. Halbuki dış politikada -- aynen tıpta olduğu gibi-- ilk kural ‘varolana zarar vermemek’ olmamalıdır. Sanki, ‘sadece acı ilaçların iyileştirmesi’ gibi, sadece riskli ve maliyetli politikaların Türkiye’nin problemlerini çözeceği şeklindeki görüş giderek yaygınlaşmaktadır. Bu durum bir anlamda zihinsel tembelliğin göstergesi olabilir. Zorlu problemleri üzerinde uzun uzun düşünerek, tartışarak, adım adım, ısrarla sabırla ayrıntılarla cebelleşerek, meşakkatli bir sürecin sonunda, küçük başarıların birikmesi vasıtası ile çözmek yerine; tek bir riskli hareketle, toptan, ‘bir kerede’ ‘halletmek’ daha bir çekici gelmektedir. Bu anlamda ‘büyük stratejiler üretmek,’ kolay ve ucuz bir şeydir. Birkaç büyük kavramı yan yana getirmek yeterlidir. Taktik ise daha zordur, bilgi ve sabır ister, olaylara, ‘yerdeki duruma,’ hem tarihin dokusuna hem de istihbarata çok daha fazla hakim olmayı gerektirir.

3) Irak’ta Türk askeri gücü için düşünülen görev bölgelerinin karşılıklı avantaj ve dezavantajları hakkında şunlar söylenebilir: El Anbar: Daha çok çöl, daha az nüfuslu ve bu nedenle bir anlamda daha az problem yaşanması beklenebilecek, Türk askerlerinin yoğun nüfusun yaşadığı bölgelere göre daha rahat etmesinin düşünülebileceği bir bölgedir. Ama burada nüfus az olmasına rağmen, Türkiye’ye verilecek bölgenin diğer seçeneklere göre muhtemelen daha büyük olması ve bunun da çeşitli ulaşım, lojistik, haberleşme sorunları yaratması, birliklerin geniş bir alanda daha küçük gruplardan oluşarak dağılması gibi problemler yaratması mümkündür. Ayrıca bu bölge Suriye sınırından geldiği düşünülen El Kaide-Cihatçı militanların geçiş yolu olduğu için sınırı korumak zorlu olabilir. Ayrıca çöl ortamının açık zorlukları da hesaplanmalıdır. Sıcak iklim önümüzdeki beş-altı ay boyunca problem yaratmasa da yaz yaklaştıkça birliklere ciddi zorluklar yaratabilir. Türk birliklerinin elindeki vasıta ve teçhizatın bu iklim şartına uygun olup olmadığı dikkate alınmalıdır. Bu bölgeye gidilmesi halinde helikopterlerin de götürülmesi düşünülebilir ama Amerikalıların buna yanaşmaması mümkündür. Türkiye bu bölgeyi alırsa büyük ölçüde sınır bekçiliği yapmış olacaktır. Sınırda Suriye kuvvetleri ile gerilimler yaşanması ihtimali vardır. Sınırdan Irak içine doğru çok fazla trafik olursa Türkiye Suriye’yi bu konuda yeterince çaba sarf etmemekle suçlayabilir ve iki ülke arasındaki gerilim İsrail’in de katılımı ile istenmeyen şekiller bile alabilir. Türkiye kendini İsrail-Suriye gerilimin bir parçası olarak bulabilir. Düşünülen diğer bölge olan Selahattin’in ise nüfus yoğunluğunun fazla olması, nüfusu yüz binlerle ifade edilen çok sayıda yerleşim birimi olması, buralarda koalisyon kuvvetlerine yönelik saldırıların daha sık yaşanması, etnik dağılımın yer yer karışık ve iç içe geçmiş olması, saldırıya maruz kalınırsa bunun kaynağının kim olduğunun tespit edilmesinin daha zor olması, PKK tarafından yapılabilecek saldırılara daha açık olması gibi zorluk ve mahzurları vardır. Bu bölgenin potansiyel avantajları ise Kürt ve Türkmen bölgelerine daha yakın olması ve bu durumun Kürtlere yönelik psikolojik baskının daha yakından hissettirilmesi, PKK’ya daha yakın olması, ‘olayların’ merkezine daha yakın olunması; lojistik ve haberleşmenin 1) Türkiye’ye yakınlık, 2) alanın nispeten küçüklüğü ve 3) altyapının daha iyi olması nedeni ile kolaylığı olarak görülebilir. En kaba haliyle söylemek gerekirse, El Anbar bölgesi güvenlik açısından daha az riskli ama belki bu yüzden de asker göndermenin karşılığında Irak’ın geleceğinde kazanılması umulan etkinin daha az olacağı bir yerdir. Hükümet ve devlet kurumlarının operasyonun başarısı için belirleyici olabilecek yer seçimi konusunda tercih yapmadan kamuoyunu bilgilendirmesi bu tercihin daha isabetli yapılmasına katkıda bulunabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Ekim 09, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 9 Ekim
Asker Gönderme Üzerine Notlar

1) Türkiye’nin Irak’a asker göndermesini hararetle savunanların önemli bir kısmının kusuru bunu Türkiye’nin ABD ile arasındaki ve Irak’tan kaynaklanan problemleri için ‘her derde deva’ bir çözüm olarak görmeleri, asker göndermenin hem askeri ve hem de iç ve dış politika açısından yaratacağı siyasi riskleri yeterince tartışmamaları ve belki de en önemlisi, asker gönderdikten sonra burada nasıl en fazla başarı kazanılacağı, en az kayıp verileceği ve maliyet üstlenileceği konularında hemen hiçbir düşünce üretmemeleridir. Genelde, ‘Irak’ta olanlara kayıtsız kalamayız’, ‘ABD’yi bir kez daha karşımıza alamayız’ gibi süpürücü cümleler arkasına gizlenilmektedir. Halbuki, Irak’ta olanlara seyirci olmamanın tek yolu şu an ve bu şekilde asker göndermek olmadığı gibi bazı durumlarda Türkiye pekala ABD’yi memnun etmeyecek adımlar atabilir. 2) Suriye’ye yapılan saldırıdan sonra Arapların kollektif iktidarsızlığına bir kez daha tanık olunmuştur. Sık sık böyle darbelere maruz kalan Arap gururu kendini değişik şekillerde tatmin etmeye kalkmakta ve bazen ‘hayalinde şatolar kurmakta’ ve ‘yel değirmenlerine saldırmaktadır.’ Arap kamuoyunun, Ankara’nın Irak’a asker göndermesi ile ilgili olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden dirilmesi gibi vehimlere kapılması beklenmelidir. 3) Türk kuvvelerine karşı Irak ve Arap kamuoyunda kullanılabilecek argümanlara karşı karşı-argümanlar üretilmelidir. Türkiye’ye karşı ne suçlamalar yapabilirler ve bunları hangi argümanlarla karşılık verilebilir ve bunlar olabildiğince geniş kitlelere, olabildiğince hızlı bir şekilde hangi vasıtalar ve formatlarda ulaştırabilir sorularına cevap aranmalıdır. Kamu diplomasisi Türkiye’nin Irak’taki başarısı ve bu başarının siyasi kazanımlara tahvil edilmesinde çok önemli olacaktır. Türk Hükümeti, Ordusu ve Dışişleri bürokrasisi bu konuda özel çalışmalar yapmalı, bu süreçte özel Türk medya kurumlarından analitik ve teknik düzeyde destek alma yoluna gitmelidir. Iraklılar ve diğer Arap devlet ve kamuoylarına verilecek mesajların doğru, hızlı olması kadar etkileyici ve çekici olması da önemlidir. Türkiye, özelde Iraklılara ve genelde Araplara şu soruyu sormalıdır: ‘Iraklı Kürtler, bağımsız bir devlet istediklerini ama şu an için şartların buna müsait olmadığını söylemektedir. Siz, bir süre sonra, “şartlar müsait olduğunda” Kürtlerin Irak’tan, Kerkük’ü de alarak ayrılmalarına razı mısınız? Değilseniz, bunu engellemeye gücünüz var mı? Yoksa en büyük önceliklerinden biri bu olan ve Irak’a da her şeyden önce bunun için asker gönderen Türkiye’ye yardımcı olmanız gerekmez mi?’

4) İran, Türkiye’nin asker göndermesi halinde, Şiiler üzerindeki --mutlak değil ama önemli derecedeki-- etkisini daha fazla kullanmaya başlayabilir ve onları şu ana kadar olduğundan daha fazla ses çıkarmaya teşvik edebilir. İran ve Suriye rejimleri, ABD’nin Irak’taki işinin zorlaşması ve uzamasının sıranın kendilerine gelmesini erteleyeceğini hesaplıyor olabilirler. Özellikle İran’ın, ABD’nin Irak’ta yaşadığı problemleri ve dolayısıyla şu safhada ikinci bir askeri operasyona hazır olmamasını, nükleer kapasiteye kavuşmak için bir ‘fırsat penceresi’ olarak gördüğü düşünülebilir. Bu nedenle İran, bir yandan Irak’ta ABD’nin kaynak ve ilgisini bağladığı durumun devamı ve hatta derinleşmesini isterken öte yandan da varsa bu durumun devamı yönündeki çabaları esnasında ‘suçüstü yakalanmamak’ zorundadır. Ancak, ABD’nin ‘hem yürüyüp hem de sakız çiğneyebilen’ bir devlet olarak Irak’taki duruma rağmen gerekliliğine ve aciliyetine inandığı takdirde, İran’a yönelik nokta hedeflere yönelik bir hava operasyonundan kaçınmayacağı ve bu yönde bir dikkat dağılması yaşasa dahi İsrail’in kendisine bu konuda gerekli uyarıları yapacağını düşünmek zor değildir. 5) Bu arada Türk parlamentosunun kararı Bush için önemli rahatlama sağlamıştır. Bush yönetimi uzun zamandır Irak ile ilgili iyi bir gelişme olmasına ihtiyaç duymaktaydı. Ama eğer Türk Hükümeti, Meclis’in kararının Türkiye’nin nihai kararı olmadığını, daha çözümlenmemiş bir çok önemli nokta olduğunu ve eğer anlaşma sağlanamazsa asker gönderme işinin uzayabileceği ve hatta iptal edilebileceği mesajını verebilirse bu durum yine tersine çevrilebilir. ABD’nin sınırlı bir BM kararından vazgeçmeye yaklaşmasında, başka şeylerin yanında, Türk Meclisi’nin kararının da etkisi olmuş olabilir. Washington, ‘Türkler, geliyor, yakında onu birkaç ülke daha takip edebilir, bu durumda asker ve para anlamında getirisi olmayacak bir BM kararı ile zaman kaybetmeye gerek yok’ diye düşünmüş olabilir. Eğer bu doğruysa, Türkiye’nin tezkereyi Meclis’ten geçirmesinin zamanlamasının yanlış olduğu sonucuna varılabilir. Chirac veto etmeyeceğini açıklamasına rağmen Putin, Annan ve Schroeder ile beraber tasarıyı ciddi şekilde eleştirmişlerdi. Washington, herhangi bir veto gelmese bile oylamanın muhtemelen yakın olacağını, çok sayıda çekimser oy olabileceğini ve tasarı geçse bile bunun yeni asker ve para gelmesi konusunda etkisinin çok sınırlı olacağını gördüğü için -- geçici de olsa-- geri çekilmiş gibi görünmektedir. 6) Irak’a asker gönderilmesi halinde karşılaşacak tehditler arasında Baasçı, Sünni ve Cihatçı direnişin yanında PKK kaynaklı ve hatta Türk operasyonun başarısını engellemek ve görev süresini kısaltmak isteyebilecek K. Iraklı Kürt unsurlar da olabilir. Türk kuvvetlerine yapılacak saldırıların yukarıdakilerin hangisinden kaynakladığını doğru olarak tespit etmenin güçlüğü bazı komplikasyonlara neden olabilir. Bahsedilen tehditler dışında Iraklı sivil halkla yaşanabilecek gerilim ve çatışmaların kontrolden çıkmadan nasıl yatıştırılacağı konusunda gerek komutanlar gerekse askerler özel eğitim almalıdır. 7) ABD’nin Irak operasyonun yönetimini Pentagon’dan alıp Beyaz Saray’a taşıması, aradaki bazı açık siyasi ve kültürel farklılıklara rağmen, Türkiye için de benzer konuyu tartışmak için bir vesile olabilir. Asker gönderilmesi halinde operasyonun nihai kontrolü ve ‘yerdeki’ sivil ve askeri çabalar ile diplomatik girişimlerin koordinasyonu nasıl sağlanacaktır? Hükümet ve Başbakan operasyonun günlük yönetimine müdahale edecek midir, yoksa konu tamamen Genel Kurmay üzerinden mi yönetilecektir? Belki de Hükümet’in, Bakan düzeyinde bir Irak koordinatörü atamasının düşünülmesi gerekebilir. Abdullah Gül, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevleri nedeniyle bu görev için ideal olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Ekim 08, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 8 Ekim
Tezkere’nin Geçmesi ile İlgili Düşünceler

Yorgun bir klişe ile belirtmek gerekirse, tezkerenin geçmesi Türkiye ve Hükümet için bazı riskler ve fırsatlar yaratmaktadır. Bu sürecin nasıl yönetileceği tezkerenin ileride tarihçiler tarafından nasıl değerlendirileceğini belirleyecektir. Tezkerenin geçmesinden sonra cevaplanması gereken belki de en önemli soru, bunun Hükümet’in ABD ile devam edeceği düşünülen pazarlıkta maruz kalacağı baskının artması sonucunu getirip getirmeyeceğidir. Hükümet’in, ‘Meclis engelini’ de aştıktan sonra, hem süre olarak hem de pazarlığın içeriğinde ne derece ‘sıkı durabileceği’ çok belli değildir. Aslında bir anlamda Hükümet tezkereyi geçirerek, Ordu da bu konuda kendisine destek vererek, asker göndermeye istekli olduklarını göstermişlerdir. Eğer bundan sonra ABD ile devam edecek müzakerelerde Washington Türkiye’nin istediklerinin önemli bir kısmını vermez ve Hükümet de bunun üzerine asker göndermeyi erteler ya da gündemden kaldırırsa, bu kez kimse ne hükümet ne de orduyu baştan ABD’ye karşı olmakla itham edemeyecektir. Öte yandan Hükümet’in tezkerenin Meclis’te enine boyuna ve açıkça tartışılması için zaman ve imkan vermemesinin demokratik açıdan talihsiz olduğu kabul edilmelidir. Gerek parti grubunda gerekse Meclis’te herkesin çekinmeden istediğini söyleyebileceği, kafasındaki soruları sorabileceği ve bunlara olabildiğince somut cevaplar alacağı bir ortam yaratılmalıydı. Milletvekillerinin önemli bir kısmının, oylarını Meclis’te değil de mesela bir referandum da kullansalar, muhtemelen hayır oyu verecekleri düşünülebilir. Dolayısıyla Meclis’te tezkereye ‘evet’ derken büyük ölçüde asker göndermenin gerekli olduğuna tam olarak ikna olduklarından değil, ‘hayır’ demenin AKP, ülkede oluşan istikrar görüntüsü, piyasalar gibi faktörlere ve muhtemelen yaklaşan kongre öncesinde parti liderliği gözündeki kişisel pozisyonlarına olumsuz tesir edebileceği endişesi ile hareket etmiş olabilirler. Ayrıca tezkerenin bu kadar az fireyle geçmesi AKP liderlerinin parti üzerindeki hakimiyetlerini gösterdiği için ilk başta olumlu görünse de, firenin daha çok olması halinde bu durum ABD ile pazarlıkta belki bir koz olarak kullanılabilirdi.

Tezkerenin geçmesinin olumlu değerlendirilebilecek tarafı ise şöyle bir avantaj yaratmasıdır: 1) Hükümet ABD’ye ciddi olduğunu göstermiş ve 1 Mart’ta olduğu iddia edildiği gibi yapılacak müzakerelerin başka bir engele takılmadan yürürlüğe konulacağını göstermiştir. Bunun karşılığında Washington tarafından daha önce anlaşmanın Meclis’e takılabileceği düşüncesi ile atılmadığı iddia edilen adımlar ve verilmeyen söz ve garantilerin gelmesi için bir rahatlık yaratılmıştır. Şimdi top bir anlamda ABD’nin sahasındadır. Türkiye gerekirse asker göndermeye hazır olduğunu gösterdiğine göre Washington da bunun karşılığında şimdiye kadar telaffuz etmediği ya da vermeye yanaşmadığı neleri masaya getirebileceğini göstermelidir. 2) Tezkereyle beraber BM kulvarında, şu anda çok muhtemel görünmemekle beraber, hızlı bazı gelişmeler yaşanırsa –ki Meclis’in kararı bu gelişmeleri bir ölçüde tetikleyebilir- Hükümet bu sürece hızlı bir şekilde katılmak için gerekli manevra alanını kazanmıştır. Türkiye’nin asker göndermesi için uluslararası ortam henüz yeterince olgunlaşmamakla beraber burada olaylar hızla gelişirse Hükümet’in artık gerekli kıvraklığı göstermesi mümkün olabilecektir. Ancak dikkat edilmesi gereken tehlike, ikili görüşmelerde ciddi bir ilerleme kaydedilmeden ve Türkiye’yi kısa bir arayla takip edecek çok sayıda ülke asker gönderme fikrine kendini alıştırmadan Türkiye’nin Irak’taki kaosa girmesinin risklerinin --belki de artarak-- devam etmekte olduğudur. Eğer Hükümet şu ana kadar aldığı muğlak sözleri asker göndermek için yeterli sayıyor ve şu anın asker göndermek için en uygun zaman olduğunu düşünüyorsa önemli sayılabilecek bir hata işlemiş olacaktır. Belki biraz soyut ama önemli olan bir konu da şudur: Tezkerenin bu şekilde geçmesi, Washington tarafından, 1 Mart sonrasında Türkiye karşı izlenen tatlı-sert --ama daha çok sert-- politikanın sonuç verdiği şeklinde yorumlanacaktır. Eğer Washington, ‘demek ki, Türkiye’ye karşı sert politikalar izlemek sonuç veriyor’ şeklinde bir kanıya sahip olursa bu ya Türk-Amerikan ilişkileri yeni krizler yaşamaya devam edecek, ya da, ilişkinin içerik, şekil ve ritmi her zaman Türkiye’nin çıkarlarını gözetmeyen bir şekilde gelişecek demektir. Eğer Türkiye çok erken ve kolay teslim olursa, 1 Mart’ta Washington’la ilişkinin tonuyla ilgili olarak kazanılmış olması gereken kendine güven kaybedilmiş olacaktır. Hükümet aldığı yetkiden sonra Washington tarafında gerekli samimiyet, ciddiyet ve kararlılığı göremezse asker göndermeyebileceğini düşünüyorsa diplomatik anlamda kaybedilmiş bir şey olmayabilir. Tezkerenin Meclis’ten geçiriliş şekli ise 1 Mart’ta kazanılan demokratik mevziinin kaybedildiğini saptamak için olayların sonucunu beklemeye gerek bırakmamaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Ekim 06, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 6 Ekim
İsrail’in Saldırısı / CIA Skandalı

İsrail’in, Suriye’ye yönelik, zamanlamasının tamamen de tesadüf olmadığı düşünülebilecek saldırısı, muhtemelen ABD’nin sessiz onayı ile gerçekleşti ve olaydan sonra da sadece Amerikan tarafından Dışişleri Bakanlığı’nın cılız sayılabilecek eleştirisi geldi. İlk etapta bu sınırlı tepki anlaşılabilir, ama giderek daha sık ifade edildiği gibi Bush Yönetimi içinde sertlik yanlılarının gücü gerçekten nispeten zayıflıyorsa, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın eleştirilerinde İsrail’i hedef alan oranın artması beklenebilir. Ama Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Orta Doğu Masası’nda Elliot Abrams gibiler oturdukça verilecek tepkinin kozmetik olmaktan öteye geçmesi çok zor görünmektedir. Saldırıdan sonra Suriye’nin Lübnan üzerinden, dolaylı bir cevap verip veremeyeceği sorulsa da aslında Şam’ın işlerin zora geldiğini görüp düşük bir profil izlemeyi tercih etmesi daha yüksek bir ihtimaldir. Arap Birliği’nin yakında bir zirve toplayıp pratikte hemen hiçbir şey ifade etmeyen bir bildiri yayımlayacağından emin olunabilir.Bu arada İsrail’in bu saldırıyı gerçekleştirmeyi seçmesi, Arafat cephesinde de radikal bir girişimde bulunacağının sinyalinden çok, ne kadar sert ifadeler kullanılırsa kullanılsın, aslında İsrail’in Filistin liderine yönelik tehditlerini gerçekleştirme niyet ve cesaretine sahip olmadığı şeklinde görülebilir. İsrail Filistin cephesinde sıkıştığı için yeni bir cephe açma denemesinde bulunuyor olabilir. Ne Suriye’nin ne de diğer Arap devletlerinin bu saldırıya askeri anlamda cevap verme güç ve iradeleri yoktur. Ancak bu saldırı, benzerlerine orta ve uzun vadede kendisinin de hedef olabileceğini düşünecek S. Arabistan’ın caydırıcı nükleer bir kapasite edinme isteğini güçlendirebilir. S. Arabistan’ın, kendi bu silahı yapamayacağı için, bu tür güce sahip bir ülke (Pakistan, Çin ve hatta bir süre sonra İran?) ile ‘stratejik ittifak’a girmeyi ve parayla bu silahı satın alma (Pakistan?) seçeneklerini tartıştığı bilinmektedir. Riyad, bu saldırı ile beraber, çok zor, riskli ve düşük ihtimal olmakla beraber bu ihtimalleri daha bir ciddiyetle düşünmeye başlayabilir. İsrail’in saldırısını stratejik sonuçları sınırlı ve büyük ölçüde Sharon’un kendi kamuoyuna yönelik bir hamle olarak yorumlayanlar olsa da, aslında İran üzerinde güçlü bir psikolojik etki yapabilir. İsrail, gerektiğinde ‘oyunu yükseltmekten’ kaçınmayacağının ve İran’ın nükleer programı belli bir düzeye gelirse bunu vurmaktan kaçınmayacağının sinyalini de vermek istemiş olabilir.

CIA ile Beyaz Saray arasında bir savaş var mı? Bir iddiaya göre CIA Başkanı Tenet kovulacağını düşünmektedir ve bunu imkansız hale getirmek için son skandalın patlamasına göz yummuş ve hatta destek vermiştir. Bu düşünceye göre eğer CIA ile Beyaz Saray arasında kriz yaşanırsa Bush Tenet’i görevden almaya cesaret edemez. CIA Başkanı’nın kişisel gündemi ne olursa olsun kurum olarak CIA’in, aynen Dışişleri bakanlığı ve belki biraz daha ölçüde Pentagon’un emekli ve aktif generalleri (Zinni, Shinseki ve nihayet Wesley Clark) gibi, Bush Yönetimi’nden kurtulmak istemektedirler. CIA’in, Irak savaşına giden yolda uyarıları dikkate alınmadığı için Beyaz Saray’a karşı belli bir kurumsal hınç duyduğu iddia edilmektedir. Ve şimdi Yönetimi zayıf anında ve kendi personeline karşı, bir çok sağcı yorumcu ve yayın organın da kabul edilmez olarak nitelediği bir davranışta bulunurken yakalayınca tüm güçleriyle saldırıya geçmektedir. Rüzgarın tamamen olmasa da giderek Bush yönetimi aleyhine esmeye başladığı söylenebilir. Bu muhtemelen henüz geri çevrilemez düzeyde değildir ama, son iki yıldır olanın aksine, artık Bush’un seçimi kaybetmesi değil kazanmasının daha zor olduğu pekala iddia edilebilir. Wesley Clark arkasındaki rüzgarı koruyabilirse –gerçi seçime daha çok uzun zaman var ve bu kadar erken böyle net iddialarda bulunmak belki yanlış ve gereksiz olabilir ama- son düzlüğe girildiğinde Bush 40-60 veya 35-65 gibi bir oranla arkada kalabilir. Bu noktada Başkanın etrafındakiler, nasıl olsa kazanamayacağız diyerek İran’a – ya da daha az ihtimalle Suriye- karşı sürpriz ve sınırlı bir harekata girişebilirler ve Clark’ın eline yeni bir kriz bırakabilirler. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız


G-ABD 4 Ekim
Türkiye, PKK ve ABD

PKK konusunda Öcalan yakalandıktan sonra Türkiye tarafından Kürt sorunu konusunda uzun süre bir şey yapılmadığı, yapılanların da zoraki olduğu doğrudur. Ancak PKK’nın gücünü yitirdiği ve bir tehdit olmaktan çıktığı yanlıştır. ABD’nin Öcalan konusunda Türkiye’ye yardımcı olduğu doğrudur ama şimdi bu konuda hiç bir şey yapamayacağı iddiası yanlıştır. Washington’un Irak’ta yeterince problemi olduğu doğrudur ama asker, zaman ve para harcamadan da PKK’ya işin ciddi olduğu mesajını veremeyeceği yanlıştır. Irak’a asker gönderme konusunu sadece PKK konusuna bağlamak yanlıştır ama PKK konusunu ABD’nin samimiyeti ve ciddiyetinin testi olarak görmek doğrudur. ABD, PKK konusu gibi hem kapasite olarak yapabileceği ve hem de terörle mücadele konusunda giriştiği kampanyanın uzantısı olarak ve bu konuda başkalarından beklediğini kendisinin de yapması gerektiği aksi takdirde inandırıcılığını yitireceği için adım atması gereken bir konuda dahi adım atmıyorsa o zaman asker göndermenin karşılığında ABD’nin Türkiye’nin Irak’taki tercih ve hassasiyetlerini dikkate alabileceğini düşünmek ve Washington’a güvenmek yanlış olabilir.

Türkiye’de Irak’a asker gönderme konusunda yardım edip etmemenin tartıldığı bir sırada ve ABD’nin –zaman zaman özellikle yeni muhafazakar çevrelerde aksi iddia edilse de- Irak’ta askere -ve başkalarının yanında- Ankara’nın desteğine ihtiyacı varken dahi Türkiye’nin en çok önem verdiği bir konuda adım atmıyorsa, o zaman asker gönderme konusunun pazarlığının dahi yapılması yanlıştır. “Ankara sanki ABD'yi kendisi ile PKK arasında bir tercih yapmaya zorluyor: Ya PKK ya ben. Bu ciddi bir taktik yanlış.” (Erdal Güven) Neden? PKK küçük, önemsiz bir şeyse o zaman ABD’nin de kimi tercih edeceği konusunda zorlanmaması ve tereddüt etmemesi gerekir. Bazen insan doğasının kötülüğü, karşı tarafın göründüğünden çok farklı niyetleri olabileceği ihtimalini unutmaya çok hazır olunulmaktadır. “ABD'nin şu anda Irak'ta istediği en son şey başına yeni bir bela almak, yeni bir düşman yaratmak” (Erdal Güven). Peki Türkiye başıma eski Baasçılar, El Kaide, Iraklı aşiretler, Sünniler, Iraklı suç örgütleri gibi belalar almaya çok mu isteklidir? Irak’a asker göndermek istenmiyorsa bunun açıkça belirtmenin zorluk ve maliyeti de dikkate alınarak ABD’nin kabul edemeyeceği bazı taleplerde bulunmak ve bunlar karşılanmayınca da gitmemek için bahane üretmek düşünülebilir ama PKK konusunda ABD’nin nihai olmasa bile ciddi bazı adımlar atmasını şart koşmak bu tür suni bahaneler yaratmak olarak görülemeyeceği gibi, Washington’un sadece bu konuda bazı adımlar atması da tek başına Irak’a asker göndermek için yeterli sebep olmamalıdır.PKK, pazarlığın kalemi değil ön şartı olmalıdır. Türkiye ABD’den PKK’nın peşine on binlerce asker takması gerekmez, örneğin Paul Wolfowitz PKK’ya silahlarını bırakması, Amerikan güçlerine teslim olması ya da Türkiye’ye dönüp yeni yasadan istifade etmesi için bir ya da iki ay süre vermeli ve bu gerçekleşmediği takdirde -belki Türkiye ile beraber- bir operasyon başlatılacağı tehdidinde bulunmalıdır. Bu tehditlerin ciddiliğini göstermek için Amerikan uçakları kampların üstüne değilse bile yakınına uyarı atışları yapabilir, Türk ve Amerikan pilotları beraber keşif uçuşları yapabilir. ABD’nin Halkın Mücahitleri militanlarını enterne etmek için 500 askeri sabit olarak tuttuğu gerçeği nasıl görmezden gelinebilir? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Ekim 02, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

G-ABD 2 Ekim
Bush’un Sıkışıklığı / Irak Konseyi’nin Meşruiyeti

Başkan Bush, Irak’ın geleceği ile ilgili adımlar atarken, bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınılmaması, BM ve Avrupa’ya kozmetik olandan öte bir rol verilmemesi ve hatta bazen Türkiye gibi kendi gündemi olan ülkelerin asker gönderme karşılığında talep ettiklerine karşı direnilmesi gerektiğini düşünen yeni muhafazakar kanat; Irak’ın ekonomik, diplomatik, insani ve iç politika açısından maliyetlerinin kabul edilmesi güç noktalara yaklaştığını düşünen ve bu maliyet ve risklerin başkalarıyla paylaşılması gerektiğini savunan klasik muhafazakarlar; ve giderek 2004 seçimlerini kazanabileceklerine inanmaya başlayan, çoğu geçen sene savaşa karşı çıkmaya cesaret edemeyerek savaş kararını –direk veya dolaylı olarak - desteklemiş olsa da, şimdi Irak’ta olayların kötüye gitmesi ile beraber yavaş yavaş kendilerini Bush politikasından uzaklaştırmaya çalışan ve bu konunun ekonomi ile beraber Bush’un yumuşak karnı olabileceğini sezen Demokrat başkan aday adayları arasında kalmıştır. Bu arada Blair’in de, İşçi Partisi Kongresi’nde çizmeye çalıştığı kararlı görüntüye rağmen, ne Irak’ta belli ölçülerin ötesinde, ne de İran ve Suriye gibi başka konularda ABD’ye destek verecek durumda olmadığı ve hatta, bunu yüksek sesle dile getirmese bile, kendisiyle Bush politikaları arasına şimdiye kadarki dönemden farklı olarak daha fazla mesafe bırakacağı iddia edilmektedir.

Irak’ta yönetimi çok hızlı bir şekilde Iraklılara devretmenin büyük ve açık zaafları vardır. Mevcut Irak Konseyi, yönetimi devralabilmek için gerekli asker, polis ve bürokratik altyapıya sahip olmadığı gibi, meşruiyet açısından da Amerikalılara göre çok daha güçlü olup olmadığı da tartışmalıdır. Başarılı, meşru ve kalıcı bir anayasanın yazılması Powell’ın dile getirdiği altı aylık sürenin çok daha fazlasını gerektirecektir. Bu sürece Yönetici Konsey’e üye veren ve Saddam döneminde ülke dışında yer almış muhalif gruplardan çok daha geniş bir kesimin katılması Irak’ın geleceği için daha demokratik ve sağlam bir temel sağlayacaktır. Siyasal süreç sadece Çelebi gibi temsil gücü çok tartışmalı, Amerikan şahinleri ile fazla yakın olan ve gücünü de büyük ölçüde bundan alan kişilere bırakılırsa ortaya çıkan sonuç demokratik olmayacağı gibi istikrarlı ve kalıcı da olamaz. Anayasanın yazılması, seçimler ve yetkilerin hızla devredilmesi belki ilk başta kulağa hoş gelse de Irak’ın istkrarsızlığı ve birliğinin kırılganlığı gibi sorunları çözmek yerine bu problemleri daha derinleştirerek daha da içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Bu sürecin aceleye getirilmesinden daha önemli olan şey şeffaf, demokratik ve olabildiğince geniş bir kitleyi içine katarak gerçekleşmesidir. Genel olarak Irak Konseyi ve bireysel düzeyde de Konsey üyeleri ve bakanların, Irak’ın seçimle gelmiş temsilcilerinin karar vermesi gereken petrol, ekonomik yapı, dış borçlar ve temel dış politika meselelerinde bağlayıcı kararlar almak, pozisyon belirlemek, taahhüt altına girmek ve demeçler vermekten kaçınmaları gerekir. Konsey, işgal gücü tarafından atanmış, geçici bir kurum olduğunun bilinciyle hareket etmeli ve sınırlarını görmelidir. Aksi takdirde, her ne kadar zaman zaman koreografisi özenle hazırlanmış intibası veren ABD ile ters düşme görüntüleri yaratılsa da, Konsey Irak halkı tarafından Amerikan işgalinin kuklası olarak görülmeye devam edecek ve daha kötüsü birkaç yıl daha Amerikan gözetiminde sürdürülmesi gereken siyasal süreç için gerekli güvenin oluşmasını zorlaştıracaktır.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Ekim 01, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 1 Ekim
Seçim Tartışması / Washington Skandalı

Seçimlerin iptali tartışmaları Türkiye’nin genel anlamda saygınlığına, ekonomik göstergelere, AB ile ilişkilerine, Kürt sorununa, Irak’a asker gönderme tartışılma ve karar sürecine önemli etkileri olabilir. Seçimin tartışılmaya başlanması asker gönderme ihtimalini azaltabilir, bu tartışmayı gündemin birinci sırasından düşürebilir ama asker gönderme ihtimalini muhtemelen bitirmeyecektir. Yakın dönemde Washington, AKP Hükümeti’ne destek vererek onu başta Irak’a asker göndermek olmak üzere bazı konularda kendine daha da borçlu hissettirmek isteyebilir. Washington, AKP’ye, içerideki rakip ve problemlerle baş edebilmek için desteğine ihtiyacı olduğu mesajı verebilir.

Anlaşılan o ki Washington her birkaç yılda bir onu uzun süre meşgul edecek bir skandal yaşamadan edemiyor. Ayrıca bu skandalların önemli konular üzerine olması da gerekmiyor. Watergate’de de görüldüğü gibi aslında siyasi skandalların çoğunda küçük bir suçu kapatmak için söylenen yalanlar sonradan büyüyerek kontrol edilmez boyutlara gelmektedir. CIA ajanının isminin sızdırılmasıyla ilgili olarak Bush, eğer en önemli siyasi danışmanı ve seçimlere kadarki sürede siyasi stratejisini belirlerken en önemli danışmanı olacak Karl Rove da bu işin içindeyse, onu feda edebilecek mi yoksa onu korumak için başka büyük yalanlar söyleyecek veya başkalarını buna yönlendirecek mi? Bu tür spekülasyonlar için aslında biraz erkense de şu belki söylenebilir: Skandal gelişir ve uzun bir süre Amerikan gündemini meşgul ederse bu durum belki dikkatleri Irak’taki durumdan bir parça uzaklaştırarak Bush’un işine dahi gelebilir. Hatta Bush bu skandalı kendisi ve ekibine karşı kişisel bir kan davası olarak göstererek, aynen Clinton’un Monica skandalından güçlenerek çıkması gibi, kendi lehine kullanabilir. Demokratlar gündemi kendileri için daha cazip olması gereken Irak ve ekonomi gibi konulardan uzaklaştıracak ve sonunda seçimlere yönelik etkisi tartışmalı bir arayışa girerek hata yapıyor olabilirler. Ancak bu skandal, Enron, Cheney ve enerji raporunun hazırlanması süreci, Irak’ta kitle imha silahlarının varlığı ile ilgili istihbarat raporlarının çarpıtılması, Halliburton ve Irak’taki ihaleler gibi konularda ortaya atılan iddialarla birleşerek, bu skandalın tekil bir olay olmaktan çok bir trend, alışkanlık ve hatta norm oluşturarak Bush Yönetiminin ‘enteresan’ işlere bulaşmaya meyilli olduğu şeklinde kalıcı bir iz yaratırsa Demokratlar açısından oya tahvil edilebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız