TurcoPundit |
|
US foreign policy and Turkish-American relations Şanlı Bahadır Koç
Archives
|
Cuma, Ağustos 29, 2003
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 29 Ağustos 2004 Seçimleri ‘Eğer Howard Dean demokratların adayı olursa, dış politika ve güvenlik konularında fazla yumuşak olduğu düşünülebileceği için kazanması zor olabilir’ şeklindeki görüş, son dönemde bir parça zayıflamış olmakla beraber, hala önemli ölçüde kabul görmeye devam etmektedir. Ama Dean’in eskisi kadar uç bir aday olarak görülmemeye başlamasında kuşkusuz Irak’ta Amerika için işlerin iyi gitmediği şeklindeki izlenim ve Dean’in aslında belki ilk başta verdiği intibadan farklı olarak 1) hem prensip olarak savaşa ve Amerikan müdahalelerine her zaman karşı olmadığı (kendisinin de ifade ettiği gibi aslında Vietnam’dan sonraki her Amerikan müdahalesini desteklemişti), 2) hem de bir kere Irak’a girdikten sonra artık hemen ve kontrolsüz bir çekilmenin mümkün ve arzulanır olmadığını dile getirmesi etken olmuştur. Ama yine de ulusal güvenlik konularında tecrübesiz olması ve bir tür ‘radikal’ imajına sahip olduğu için belki de merkez seçmenlere itici gelebileceği endişesi Demokratların adayı olmasını engelleyebilir. Ancak Amerika’nın son beş başkanının dördünün (Carter, Reagan, Clinton ve Bush) eyalet valiliğinden gelmesi Dean’in kariyerinin Başkan olmasını engellemeye tek başına yetmeyeceği de iddia edilebilir. Bu arada bazı demografik trendler, Demokratların şansının aslında şu an genelde kabul edilenden bile fazla olabileceğini düşündürtmektedir. Geleneksel olarak Demokratlara oy vermeye daha meyilli olan grupların (beyaz olmayanlar, üniversite mezunları, beyaz yakalı profesyoneller, çalışan kadınlar) nüfus ve seçmenler içindeki oranının artması, Demokratların şanslı olduğunu düşündürtmektedir. Unutmamak gerekir ki 2000’deki dahil son üç başkanlık seçiminde Demokratlar Cumhuriyetçiler’den daha fazla oy almıştır. Ayrıca, doğruluğu tartışılır ama ilginç bir iddiaya göre, oy verme oranı yaklaşık yüzde 30 civarında olan Amerika’da, Bush'a ve yönetimine duyulan tepki nedeniyle, aslında fazla sandığa gitme alışkanlığı olmayanların da bu seçimde oy verecekleri iddia edilmektedir. Ama bunlara karşın, 11 Eylül'ün yarattığı güvenlik önceliğinin önemini de unutmamak gerekmektedir. Bu nedenle en az Dean kadar şansı olan iki Demokrat daha olduğu söylenebilir: Epey bağış toplayan ama insanları belki biraz Gore gibi heyecanlandırma problemi yaşayan madalyalı Vietnam gazisi John Kerry ile bugünlerde adaylığını açıklaması beklenen eski Nato Başkomutanı Wesley Clark. Clark’ın, yarışa geç girmek ve daha önce hiç halk tarafından seçilerek gelinen bir görev almamış olmak gibi bazı önemli dezavantajları olsa da, parlak zekası, kariyeri, fiziği, Clinton’dan alabileceği destek gibi bir dizi avantajları olabilir. Ama en önemli şansı Dean dışındaki adayların bir elektrik yaratmayı henüz başaramamaları ve onun da – doğru veya yanlış- Bush’a karşı şansının olmayacağı şeklindeki inanç olabilir. Amerikan seçimleri dışarıdan bakanlar için epey karmaşık bir süreç olmaya devam etmektedir. Seçmenlerin tercihlerini etkileyen ekonomi, dış politika ile adayların ‘karakteri’ gibi temel konular dışında belki de onlarca daha alt konudan bahsedilebilir. Mesela adayların, insanların tüfek sahibi olmasına destek verip vermesi konusundaki tutumlarına göre oy veren yüz binlerce ve hatta belki de milyonlarca seçmen olduğu iddia edilmektedir. Din, etnik ilişkiler, kürtaj gibi konular da seçim tartışmalarında önemli bir tutabilmektedir. Ekonominin durumu muhtemelen en önemli konu olmaya devam etmekle beraber 11 Eylül’den sonra güvenlik de öne çıkmıştır. Daha seçime kadar köprülerin altından çok dalgalanma geçecek olsa da şu anda görünen Başkan Bush’un her iki konuda da zorlanabileceğidir. Ekonomide bazı büyüme işaretleri vardır ama eğer bu bazen iddia edildiği gibi istihdam yaratmayan bir büyüme olursa, işsizliğin son yılların en üst düzeyine ulaştığı da düşünüldüğünde, burası Bush'un en büyük handikabı olabilir. Bush büyük ölçüde yüksek gelir gruplarına yönelik büyük bir vergi indirimi yapmıştı (10 yıl için yaklaşık 1.3 trilyon dolar). 11 Eylül ile beraber, savunma bütçesi 400 milyar dolar sınırına dayanırken - dünya toplamının yarısı- havayolu, sigorta vs şirketlere verilen destek, artan iç güvenlik masrafları ve Irak savaşından kaynaklanan harcamalar artarken vergi indirimi nedeniyle gelirler aynı şekilde artmadı. Dış ticaret ve bütçe açıkları artarak büyüyor. Bütçe açığı 500 milyar, dış ticaret açığı 400 milyar dolar civarında. Bu arada dünya Amerika’nın açıklarını finanse etmekte eskiden olduğu kadar istekli ve hazır değil. Dolar artık rakipsiz bir rezerv parası değil. Irak’taki kayıplar devam aynı şekilde devam ederse (her gün bir tane ölse toplam ölü sayısı seçime kadar yaklaşık 500 olur) ve hatta Amerikalılara yönelik küçük vur kaçların ötesinde bir iki büyük bombalama olursa, yüz binin üzerinde Amerikan askerini Irak'ta tutmaya devam etmenin zorluğu ve siyasi maliyeti seçimleri ciddi şekilde etkileyecek boyutlara gelebilir. Irak savaşının askeri başarısına rağmen Amerikalıların kendilerini daha güvende hissedip hissetmedikleri de seçim sonuçlarına etki yapabilir. Özellikle ABD’ye yönelik büyük çaplı terör eylemleri gerçekleşirse bu Bush’un kaynakları ve enerjisini terörle mücadele yerine Irak’a harcamasının hata olduğunu düşünenlerin argümanlarına güç verebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Ağustos 26, 2003
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 26 Ağustos Irak’a Asker / Askeri Thinktankler Irak’a asker gönderme tartışmasının en azından şöyle bir yararı olmuş gibidir: Türkiye Irak’ta Kürt ve Türkmenler dışındaki etnik ve dini gruplara olan ilgisini ve kontaklarını arttırdı, Irak’ın genelinde neler olduğunu daha dikkatli ve ayrıntılı takip etmeye başladı. Bu ilginin geçici olmaması, daha derinleşmesi, Türkiye’nin Irak’ın Kuzeyi dışındaki bölgelerde de yerel kontaklar, müttefikler, istihbarat kaynakları ve sempatizanları olması gerekir.Ama daha önce de belirtildiği gibi, ‘Irak’ın tamamına bakmak’ bu ülkenin kuzeyinde yaşananlara olan ilgi ve hassasiyetimizin azalması sonucunu doğurmamalıdır. Bu arada Kerkük, Türkiye’nin asker gönderme müzakerelerinde gündeme getirebileceği bir konu olabilir. Türkiye’nin ABD’ye şu soruları daha yüksek sesle sorması gerekir: ‘Niye Kerkük’te nüfus oranlarına uygun davranmayıp tüm ağırlığı Kürtlere veriyorsunuz? Niye Saddam zamanında yapılan etnik temizliği telafi etme iddiasıyla gerçekleştirilen yeni bir etnik temizliğe göz yumuyorsunuz? Niye Türkmenleri dışlıyorsunuz? Ülke genelinde değilse bile düzenin ve asayişin nispeten tesis edildiği yerlerde ne zaman nüfus sayımı yapmayı düşünüyorsunuz?’ Bu arada Yumurtalık boru hattına yapılan saldırıların Irak’ta yeniden inşa sürecini baltalamaya, zorlaştırmaya, geciktirmeye çalışan Baasçılardan kaynaklanıyor olabileceği gibi, koruma parası isteyen aşiretlerce, bu petrolün piyasaları girmesini fiyatları düşüreceği için istemeyenlerce, Hayfa hattını gündeme getirmek isteyenlerce ve hatta belki de Irak’a asker göndermesi için Türkiye’ye baskı amacıyla ‘asker göndermezsen, boru hattını da unut’ mesajı vermek isteyenlerce düzenlenmiş olması mümkündür. Şu ana teknik ve mali nedenlerle uzak bir ihtimal olarak gözüken Hayfa boru hattı eğer gerçekleşirse, Ürdün üzerinden geçeceği için Ürdün de ABD’ye verdiği destek nedeniyle böylelikle ödüllendirilmiş olacaktır. Türkiye’nin ‘askeri alanda devrim’ kavram ve süreçlerini çok daha yakın takip etmeye, derinlemesine düşünmeye ve tartışmaya ihtiyacı vardır. Türk ordusunun askeri anlamda analitik kapasitesini arttırması, bunun daha kurumsal bir yapıya bürünmesi, analitik anlamda uzmanlaşmaya önem vermesi gerekmektedir. Yeni, etkin ve optimal ‘savaş yapma yolları’ sadece deneme yanılma yoluyla, veya diğer ülkeler geriden takip edilerek öğrenilemez ve geliştirilemez. Bu nedenle Türk ordusunun sadece dış politika ve strateji alanında değil, askerlik konularında da bilgi ve fikir üretecek bir think-thankının, ve hatta ABD’de olduğu gibi değişik kuvvetlerin ayrı ve uzmanlaşmış think-tanklerinin ve bunların dışında da belki yine kısmen askeri bünyede ama bir ölçüde özerk ve subaylar kadar sivil askeri uzmanların da çalıştığı, think-tanklerin olması gerekir. Örneğin, kendi içinde bazı farklılıklar gösterse de, Türkiye’nin belli bir tecrübe kazandığı barış koruma/tesis etme operasyonları, gerillayla mücadele ve yüksek teknolojinin taktik alanda daha yoğun ve etkili nasıl kullanılacağı gibi bir çok konuyla ilgili kendi tecrübelerimiz, başkalarının tecrübeleri, bu konudaki kavramsal ve akademik çalışmaların ve gelecekte bu tür operasyonlarda yaşanabilecek değişimler ve bunların gerektireceği kuvvet yapısı, personel, teçhizat ve eğitim gibi konuları araştıracak askeri düşünce kurumlarına ihtiyacımız vardır. Bu arada komutanlar, iç politika konularında değil askeri konularla gündeme gelmeli ve gündem yaratmalıdırlar. Komutanların sadece siyasi konularla gündeme gelmeleri ve yaptıkları konuşmalarının içeriğinin neredeyse sadece siyasi konulardan oluşması sağlıklı olmayabilir. Zaten çok zor bir görevi olan askerler siyasi konulara fazlasıyla mesai harcarlarsa bu durum esas görevleri olan askeri konulardaki performanslarını olumsuz etkileyebilir. Komutanlar, kamuoyu önünde yaptıkları konuşmalarda, siyasi olayların dışında ve ötesinde, Türk ordusunun modernleşme programları ve hedefleri, personel yapısı, eğitim, teçhizat, güç yapısı ve askeri doktrin, silah alımı ve askeri bütçe gibi konulardaki faaliyetler, hedefler ve gerekliliklerden bahsetmelidirler. Askerler, demokrasinin gereği olarak askeri konuların da zamanla siyasi iradenin kontrolü ve sorumluluğu altına gireceğini ve girmesi gerektiğini kabul edip, bu konularda sivillere yardımcı olmalı, onları eğitmeli, onları rahatlatmalı ve kendilerine güven duymalarını sağlamalıdır. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu süreç, bunun gerekliliği ve arzulanırlığını kabul eden askerler için bile kolay bir süreç olmayacaktır. Çünkü bu komutanlar bile, sivillerde gördükleri bazı kusur ve eksikliklerden dolayı hayal kırıklığına uğrayabilecekler ve ayrıca bu sürecin uzun zamandır sahip oldukları kontrol, etki ve iktidar (ki bunların hepsi farklı şeylerdir) ile prestijin azalmasından endişelenebileceklerdir. Muhtemelen sonuncusu dahil bu tahminler doğru da olabilir. Ama Türk ordusunun prestijinin Türk siyaseti üzerindeki gücü dışındaki kaynakları vardır ve bu kaynaklar bu süreçten olumsuz etkilenmeyecektir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Ağustos 25, 2003
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 25 Ağustos Irak Üzerine 6 Not 1) Irak’ın yeniden inşası için gerekli olacak para ABD için bile çok fazla olabilir. Irak’ın petrol gelirinin de umulduğu kadar hızlı devreye giremeyebileceği görülmektedir. ABD’de Bush çok büyük vergi indirimlerine gittiği için Amerikan devletinin bu harcamaları finanse etmesi, bu harcamaları Kongre’den geçirmesi ve Amerikan kamuoyun kabul ettirmesi imkansız değilse de çok büyük bir ihtimal değildir. Sonuçta Irak’ın temel hizmet altyapısının kurulmasının bile on milyarlarca doları gerektirdiği iddia edilirken Bush Yönetimi BM’yi ve diğer büyük ülkeleri işin içine sokmak zorunda kalacaktır. Bu ülkeler ve BM, asker göndermek, harcamaları kısmen üstlenmek ve Amerikan işgalini geriye dönük olarak bir şekilde kutsamak karşılığında daha çok yetki, ekonomik ayrıcalık ve bir şekilde Amerika’nın bu işin üstesinden tek başına gelemediğini kabulü anlamına gelecek sözler ve hatta Washington’un bir daha benzer şeyleri tek başına denemeyeceğinin garantisini isteyebilirler. Bush yönetiminin ‘maço’ karakteri, bu istenenleri hemen vermelerine engel olacağı için iki taraf arasındaki çatışmanın daha aylarca sürebileceği iddia edilebilir. Bir süre sonra (6 ay?) hem ABD hem de diğer ülkeler pozisyonlarını yumuşatıp ortada bir yerlerde buluşarak yeni bir BM kararı çıkartabilirler. Türkiye’nin asker gönderme kararını ne zaman alması gerektiği sorusu bu sürecin ne kadar süreceği ile ilgili tahminleri ışığında cevaplanmalıdır. 2) Irak’la ilgili olarak Bush’un mevcut durumun ciddiyetini anlaması ve politika tercihlerini gözden geçirmesinden belki de sadece onun üzerinde Amerikan askeri öldüren bir-iki büyük saldırı uzaktayız. Türkiye için hangisi daha tercih edilir olur: Washington siyasi gücü acele bir şekilde, mesela 2004 seçimlerinden önce Iraklılara vererek, stratejik üsler ve belki 30 bin civarındaki askeri dışında gücünü çekmesi mi, yoksa daha uzunca bir süre Irak’ta şimdikine yakın bir güçle kalması mı? Amerika, nüfus sayımı, seçimler ve yetki ve sorumlulukların adım adım Iraklılara devri için bir takvim ortaya koyması sonucunda, işgale şiddetle karşı olanlar bile, Amerikalıların gitmesini geciktireceğini düşünerek şiddet ve teröre başvurmaktan kaçınırlar ve ‘Amerikan askerleri gidince geride bıraktığı rejimin üstesinden gelmek daha kolay olur’ diye düşünebilirler mi? ABD’nin yetkiyi Iraklılara vermesinin başta Kürtlerin pozisyonu olmak üzere genel olarak Irak’taki durum üzerinde etkisi neler olabilir? ABD’nin, siyasi ve askeri anlamda geri çekilmeyi, çok bağlayıcı olmasa da bir tür takvime bağlaması, işgale duyulan tepkiyi azaltarak değişik grupları Amerikalıların gitmesinden sonraki dönem için hazırlık yapmaya, pozisyon almaya, ‘köşe kapmaya’ mı sevk eder, yoksa aralarındaki çatışmaları daha şiddetli bir hale mi sokar? 3) Dış politikada Türkiye’nin önündeki problemler ve bunların gerektirdiği zor kararların büyüklüğü, çeşitliliği ve aciliyeti düşünüldüğünde kamuoyunda bu konular üzerine yapılan tartışmaların içerik, seviye ve teknik açıdan geriliği insanı umutsuzluğa sevk etmektedir. Tartışmalar bilgi, fikir, analiz ve sağduyudan çok duygular, refleksler, kemikleşmiş ideolojik pozisyonlar ve kişisel, kurumsal ve grup çıkarlar tarafından şekillendirilir gibidir. 70 milyonluk bir ülkenin dış politika tartışmalarındaki sığlık, yıllarca köşe başlarını tutmuş kişilerin bile gösterdikleri bilgi eksikliği, hayal gücü zayıflığı ve mantık sakatlıkları, karşı tarafı anlamaya hemen hemen hiç çaba gösterilmemesi, seçeneklerin sadece siyah ve beyaz olarak formüle edilmesi, önemli ve bazen yaşamsal sonuçları olabilecek konularda bile görülen neredeyse sadece karşıdakini karikatürize etmeye, alaya almaya ve hakaret etmeye yönelik tartışma üslubu, ülkede yaşayan ve alınacak kararların sonuçlarını bazen dramatik boyutlarda yaşayacak sessiz insanların çıkarlarına ve belki onun kadar önemli olan hakikatin kendisine hiç saygı duyulmadığını düşündürmektedir. Ayrıca Türk medyasının Irak’ta yaşananları, şimdi olduğu gibi klişelerle, yabancı medya vasıtasıyla dolaylı ve geriden değil, çok daha yakın ve özenli takip etmesi gerekir. Her gazetenin onlarca Etiler muhabiri olduğu bir zamanda, belki de on bini aşkın asker göndereceğimiz Irak’taki gelişmeleri yerinden, anında ve dikkatli bir şekilde Türk kamuoyuna yansıtmak Türk medyası için öncelikli bir görevdir. 4) Türkiye, Irak’a asker göndermeye karar verirse Iraklılara ve özellikle Sünnilere, bulup bulabilecekleri en mülayim, en dost, en çıkar amacı gütmekten uzak barış gücünün Türk askeri olacağı, Türk askerinin alternatifinin Amerikan ya da başka Hıristiyan bir ülkenin askeri olduğu, Türklerin de büyük oranda Sünni olduğu, Türk askerinin halkın dini ve sosyal hassasiyet ve alışkanlıklarına duyarlı olacağı anlatılmalıdır. 5) Bu arada bazı generallerin emekli olmadan verdiği demeçler, ordunun içinde Irak’a asker gönderme konusunda farklı görüşler olduğunu iyice ortaya koymuştur. Bu demeçler, ordunun hiyerarşik düzeni ile ilgili bazı sorular akla getirmesinin yanında, her ne kadar bu komutanların laiklikle ilgili bilinen görüşleri ve 28 Şubat’ta oynadığı roller AKP milletvekilleri tarafından sempatiyle karşılanmasa da, ordu içinde farklı görüşlerin olduğunun ortay çıkması, tezkerenin Meclis’e gelmesi halinde asker göndermeye zaten ‘fazla ısınamamış’ milletvekilleri üzerinde etki yapabilir. 6) K. Irak’ta son birkaç gündür yaşananlarla ilgili olarak Türkiye’nin temkinli olması gerektiği doğrudur ama ‘aşırı rasyonel’ bir görüntü çizmesi de yanlış olabilir. Zaman zaman akıldışı sert tepkiler verebilen bir ülke olarak tanınmak, sanılanın aksine, yararlı ve hatta gerekli olabilir. Caydırıcılık konusunda çok önemli eserler veren Thomas Schelling’in de işaret ettiği gibi, fazla rasyonel olarak tanınmak caydırıcılık gücünüzü azaltabilir. Tamamen de ilgisiz olmayan bir örnek vermek gerekirse, aynen askerdeki jiletçilerin yarattığı etki gibi, ‘Türkiye’ye ters yaklaşmak tehlikeli, çünkü hem kendisine hem de bize zarar verebilecek aşırı tepkiler verebiliyor’ diye düşündürmek caydırıcılık açısından önemli olabilir. Doğal olarak bu, sürekli irrasyonel tepkiler vermeli anlamında değil ama zaman zaman böyle davranabileceğini hissettirmek gerekir şeklinde yorumlanmalıdır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Cuma, Ağustos 22, 2003
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 22 Ağustos BM Kararı Tartışmasına Devam Nedense Türkiye’de Irak’a asker göndermek için bir BM kararının önemini vurgulayanlar bunun salt hukuksal bir fetiş değil pragmatik bir yol olabileceğini ve BM’yi Irak’ta figüran olmanın ötesinde karar alma sürecine katan bir kararın Irak’ta istikrarı getirmesinin salt Amerikan işgaline oranla çok daha mümkün olduğunu ortaya koyamamışlardır. Belki de biraz bunun da etkisiyle kendini biraz realpolitik düşünmeye eğilimli hissedenler, BM’nin sürece dahil olmasını istemenin muhalefetin asker göndermeye karşı durmak için uydurduğu bir bahane ya da Cumhurbaşkanı’nın kendi profesyonel geçmişinden kaynaklanan kişisel bir takıntı olarak görmüşlerdir. Yukarıdakiler doğruysa bile bu durum BM’nin resmin içine ciddi şekilde girmesinin Irak’ta istikrar kurulması şansını arttıracağı gerçeğini gölgede bırakmamalıdır. Bir BM kararının getireceği avantajların farkında olmak için ille de Amerikan aleyhtarı ya da ‘eski Avrupacı’ olmak gerekmez. İşgalin uluslararası bir çehre kazanmazsa başarılı olamayacağını düşünmek otomatik olarak Amerika’nın başarısız olmasından memnun olmak olarak görülemez. Dün yine burada ifade edilmeye çalışıldığı gibi BM işin içine girince bütün problemler çözülecek ya da yenileri ortaya çıkmayacak değildir ama istikrar BM şemsiyesi altında -ve ABD’nin yine çok önemli bir rol oynadığı bir formatta- çok daha muhtemeldir. Çünkü, Irak’taki zorlu bir sorunu çözmek için, BM’deki Fransız temsilcisinin de belirttiği gibi, sadece BM gerekli ‘meşruiyet, tarafsızlık ve uzmanlığa’ sahiptir. Irak halkının Amerikan işgalini kabullenmesi başka şeylerin yanında bunun petrol için olduğu düşünüldüğünden, çok zor görünmektedir. Amerikalı askerlerin bu tür bir görev için yeterince eğitimli olmadıkları ve kültürel farklılıkların büyük problemler yarattığı görülmektedir. Yine Fransız temsilcisinin sorduğu şu soru önemli görünmektedir: Eğer işgal ‘en başta uluslararası gerçek bir ortaklık olarak gerçekleşse idi yine bu durumda mı olurduk?’ ABD asker istemekte ama askeri, siyasi ve ekonomik kontrolü vermek istememektedir. Ama mevcut trendler devam ederse buna mecbur kalmak zorunda kalabilir. Ama bu ‘öğrenme süreci’ çok uzarsa durum o zaman Irak’ta yeniden yapılanma sürecinin uluslararası bir görünüm kazansa bile içinden çıkılamaz bir hale gelebilir. Irak’ta son dönemde gerçekleşen saldırılar ve özelikle BM merkezine yapılan saldırıdan sonra, Polonya daha önce sorumluluğu altına almayı kabul ettiği alanı tehlikeli bularak bunu azaltmaya, Japonya asker göndermeyi önümüzdeki yıla ertelemeye, BM Irak’taki personel sayısını azaltmaya, Dünya Bankası, IMF ve bir çok NGO Irak’tan –en azından bir süre için- çekilmeye karar vermişlerdir. Irak’taki güvenlik durumunun bozulması Türkiye’nin asker göndermeye karar verirken dikkate alması gereken bir faktör olmalıdır. Eğer asker gönderilecekse bunun salt insani bir operasyonun ötesinde güç kullanmayı ve ciddi saldırılara hedef olmayı içeren bir görev olduğunun bilincinde olunmalıdır. Türkiye’nin iyi niyetlere sahip olmasının ona silahlı bir direniş olmaması için yeterli olmayacağı ve hatta görev alacağımız bölgedeki aşiretlerin ‘olur’unun alınmasının da bunu tam olarak değiştiremeyeceği bilinmelidir. Bu arada, bir süre sonra belki direk Amerikan komutasında olmayacak ve görevi BM personeli, NGOlar, altyapıyı koruma gibi tanımlanabilecek ve bu şekilde belki de, en azından şekil itibariyle, işgale destek değil Iraklılara yardım etme görüntüsü taşıyabilecek bir kuvvetin BM tarafından ‘kutsanması’ söz konusu olabilir. Ancak bir çok ülke böyle bir güce bile asker göndermek için hem kendi ülkeleri hem de genel olarak BM adına Amerika’dan askeri ve ekonomik taleplerde bulunmaya devam edeceklerdir. Amerika ise savaşı –İngiltere ile beraber- kendi kazandığı için hem pastayı paylaşmamak, hem de siyasi anlamda gücü paylaşmanın başarıdan çok yeni anlaşmazlıklar ve hızlı karar alınmasını engelleyecek, Kosova harekatı sırasında Nato içinde yaşanan türden, bürokratik krizler getireceğine inandığı için buna direnmektedir. Bu arada Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi için koyması gereken şartlarından biri de ABD’nin buradaki asker sayısını azaltmayıp arttırması olmalıdır. Bu Washington’un kararlılığını ortaya koyacak ve ABD’nin kendi askerleri yerine Türk askerini tehlikeye yolladığı imajını zayıflatacaktır. Ayrıca, bir süre ülkedeki asker sayısı azalacağı zaman yine önceliğin Türk askerinde olması gerekir. Şu an Irak’taki Amerikan askeri sayısı 150 bin civarında olsa da, John Keegan’ın dile getirdiği gibi, bunun sadece 20 bini muharip unsurlardan oluşmaktadır. Bir ölçüde muharip olmayan unsurların da devriye, koruma gibi fonksiyonları yerine getirebilecekleri varsayılsa bile yine de, Balkanlardaki benzer ve hatta daha kolay operasyonlarda kullanılan asker sayısı Irak’taki coğrafi ve nüfus ölçüleri dikkate alınarak bir kıyaslama yapıldığında, Irak’taki asker sayısının yetersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Brookings Enstitüsü’nden Michael O’Hanlon, Irak’ta düzeni sağlamak için gereken asker sayısının en az 250 bin olduğunu düşünmektedir. Uzun lafın kısası, Türkiye, ancak bu büyüklükte bir askeri güç Irak’ta konuşlanacaksa bunun parçası olmalıdır. Aksi halde bu operasyon bizim istediğimiz istikrarı getirmeyecektir. Amerika’nın Irak’a gönderebileceği eğitimli fazla askeri olmadığı bilindiğine göre bu sayıya ancak olayın uluslararası bir boyut kazanmasıyla ulaşılabileceği ortaya çıkmaktadır. ABD eninde sonunda BM’ye bir şekilde gitmek zorunda kalacaktır. Bunun için Ankara şimdiden aşağıdaki sorular üzerine kafa yormalıdır: Acaba Türkiye Irak’la ilgili olarak BM’nin ne tür karar almasını ve rol üstlenmesini istemelidir? Her ne kadar ABD şu an bundan uzak gözükse de BM’nin her şeyi kontrol etmesini mi, yoksa ABD ile eşite yakın bir ilişki içinde olmasını mı tercih etmeliyiz? Türk askerinin Amerikan kumandasında olması mı BM komutasında olması mı daha iyidir? BM’nin daha önemli bir rol oynayabileceği muhtemel bir yapıda Türkiye’nin oynayacağı ideal rol ne olabilir? Bu arada, geçerliliği tartışılır olsa da son günlerde tartışılan enteresan bir komplo teorisini paylaşmak gerekirse, bazıları ABD’nin Irak’ın teröristler için bir çekim yaratmasından aslında memnun olduğunu, hatta belki de bunu öngördüğünü, ya da en azından bundan rahatsız olmamsı gerektiğini, çünkü bu durumun teröristlerin enerjilerini İsrail’den ve ABD’den uzakta harcamalarına neden olacağını ve Orta Doğu’daki çatışmanın merkezinin İsrail’den Irak’a kayacağını iddia etmektedirler. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Ağustos 21, 2003
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 21 Ağustos İki Endişe: Irak’ta İstikrarsızlık ve ABD ile Bozuşmak Türkiye, Irak’a asker gönderme konusunda karar alırken, daha önce burada sıralanan başka bir çok faktörün dışında ve nispeten onlardan önce, şu iki şeyi dikkate alacaktır: 1) Irak’ın nasıl istikrarlı bir yapıya kavuşacağı ve 2) ABD ile ilişkilerin düzelmesi. Ankara, ekonomik, sosyal ve güvenlik boyutlarının yanında kaotik bir Irak’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğü için de bir tehdit oluşturduğunu düşünmektedir. Bir devletlin bekasına önem vermesi doğal bir içgüdüdür ve buna öncelik vermesi ve hatta bunu bir tür saplantı haline getirmesi az görülen, anlaşılmaz ve haksız bir şey değildir. Türkiye’nin mevcut sınırlarını koruması gerekir. Türkiye, Irak’ın kalıcı şekilde istikrarsız bir yapıya bürünmesinden endişelenmekte ve bu durumun düzelmezse bir Kürt devleti için zemin hazırlayacağından, bu yönde belki de zaten başlamış bir süreci hızlandıracağından ve bu Kürt devletinin Türkiye’nin henüz buna hazır olmayan iç yapısına şiddetli bir etki yaparak zarar vereceğinden korkmakta haklıdır. Bu durum Türkiye’nin kendi içinden kaynaklanan problemleri olmasa bile -daha az ciddi ve ivedi olmakla beraber- yine de doğru olacaktı. Bir Kürt devleti Türkiye’ye, bazen savunulduğu gibi, belki de korkulduğu kadar şiddetli ve olumsuz bir etki yapmayacaksa bile bugünden bundan emin olmak imkansızdır ve bu konuda kötümser olmakta yadırganacak bir taraf olmamalıdır. Türkiye belki kendi iç reformları ile kendini böyle bir şoka nispeten daha dayanıklı hale getirebilir ama bu da en iyi ihtimalle ciddi ölçüde zaman, iyi niyet, yaratıcılık ve kaynak getirecektir. ABD ile ilişkilerinin bozulmasına gelince bu Türkiye’nin göze alamayacağı kadar olumsuz bir şey olmayabilir ama ilişkilerin uzun süre bozuk kalması ve kopmasının önemli problemler yaratacağı da açıktır. Asker göndermek, en azından kısa ve orta vade için, ABD ile ilişkilerin kısmen düzelmesi ya da en azından daha da bozulmaması için gerçekten de bir etki yapabilir. Ama, her ne kadar süpergüç ABD ile ilişkileri düzgün tutmak önemli ise de, bu uğurda aslında ülkenin içine sinmeyen ve mesela Kore Savaşı’ndan farklı olarak genel olarak kamuoyunun güçlü ve olumsuz duygulara sahip olduğu girişimlere hem de fiziksel ve psikolojik olarak hazırlıksız bir şekilde girilmemelidir. Ayrıca, eğer Türkiye, bir çeşit nostalji ile, Irak’a asker göndererek ABD ile aslında belki de hiç yaşanmamış veya yaşansa da kısmen bazı yalanların üzerine inşa edilen ‘kaybedilmiş’ ‘altın çağa’ dönmeyi umuyorsa, muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaktır. O günler Türkiye’nin içindeki, dünyadaki ve Amerika’daki değişimlerle beraber bitmiş olduğu gibi zaten bu durumun belki çok da üzüntü yaratmaması gerekir. Artık Türkiye ile ABD ‘özel’ ve fazlasıyla yakın değil, seviyeli, mesafeli ve ‘serin’ bir ilişkiyi amaçlamalıdırlar. Irak’ın istikrarı için Türkiye’nin hemen asker göndermesinin yapacağı etkinin sınırlı olacağı ve bir ihtimal bu etkinin olumsuz olabileceği iddia edilebilir. Daha önce de belirtildiği gibi Irak’taki güvenlik probleminin büyüklüğü ve Iraklıların işgal gücüne bakışları ve işgalin iyi niyetli değil ülkenin petrolünü ele geçirmek gibi bencil amaçlardan kaynaklandığının düşünülmesi ve baştaki değerli ayların boşa geçirilmesi nedeniyle ‘bu iş’, başta değilse bile artık ABD’yi bile aşan bir büyüklüğe ulaşmış olabilir. Başta Rumsfeld olmak üzere Bush Yönetimindeki şahinler, muhtemelen, Afganistan ve Irak harekatları sırasında da kötümser tahminler yapıldığını ama bunların çok kısa bir sürede yanlış çıktığını, şimdi Irak’ta yaşanan problemlerin de ‘kan görmeye dayanamayan’ liberal medya tarafından abartıldığını, ABD’nin belki biraz zorlanarak, kendi başına ve Washington’la birebir pazarlık yaparak gelecek diğer ülkelerin katkısı ile ve işin içine BM, Nato ve AB gibi ‘eski moda’ kurumları karıştırmadan pekala bu işi halledebileceğini düşünmeye devam edeceklerdir. Bu grup Saddam’ın da yakalanması ile Baas/Sünni direnişinin kırılacağını, temel hizmetlerde yaşanacak iyileşmelerle bir süre sonra Irak halkının koalisyona bakışının yumuşayacağını ummaktadır. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi, kendi başına değilse bile Pakistan gibi ülkelerde yaratacağı etki ile Washington’un yukarıdaki umutların yanlışlığını anlamasını geciktirecektir. Türkiye, Irak’ta düzenin sağlanması ve ülkenin yeniden inşa sürecinin başarıya ulaşmak için projenin uluslararası bir çehre kazanması gerektiğini vurgulamalıdır. Ancak bu ne işin içine BM girerse başarının garanti olduğu ne de bu yönde bir değişimin yeni başka problemler yaratmayacağı anlamına gelmektedir. Eğer yeni bir BM kararının artıları bunun işgalin meşruiyetini nispeten attıracak olması, daha çok sayıda askerin Irak’a gelmesinin önünü açması ve askeri direnişe verilen popüler desteğin ve askeri risklerin azalması olacaksa da, aynı zamanda, ABD ile yapacağımız özel pazarlıkta gücümüzü azaltacağı, ‘interoperability’ problemleri yaratabileceği, ekonomik anlamda pastadan alacağımız payı azaltabileceği, BM içinde ve BM ile ABD arasında hızlı karar almayı engelleyebilecek bürokratik çatışmalar yaratabileceği, iki başlık görüntüsünün oluşabileceği ve nihayet BM’nin kontrol ettiği bir Irak Kürtlerin bağımsızlığına değilse bile geniş federal haklar edinmesine ABD’den daha az sıcak bakmayabileceği de doğrudur. Ama yine de Türkiye’nin esas önceliği olması gereken Irak’ta meşru ve kalıcı bir istikrarın tesis edilmesi ve dolayısıyla Kürtlerin Irak’ın bir parçası olmaya ikna edilmeleri, ya da değişik bir şekilde söylemek gerekirse, Kürtlerin de bir parçası olmayı isteyecekleri bir Irak’ın ortaya çıkması BM gözetiminde olduğunda daha mümkündür. Irak’ta altyapı ve BM’ye yapılan ve kendi günlük hayatının zorlaşmasına katkıda bulunacak saldırılara Irak halkının nasıl baktığı, bunları destekleyip desteklemediği önemli bir sorudur. Halk bir süre sonra bu tür saldırıların kendi hayatındaki zorluğu azaltmayıp aksine artırdığını düşünerek bu gruplara cephe alabilir ve onlar aleyhinde koalisyon güçlerine istihbarat sağlamaya başlayabilir mi? Bu mümkündür ama şimdiden bu konuda tahmin yapmak güçtür. İşgal güçlerine geniş çevrelerce duyulduğu görülen tepkinin ne kadarının adı üstünde ‘işgalci’ olmalarından, ne kadarının hayatın zorlaşmasına neden olduklarından ve bunun düzelmesi için yeterince çaba göstermedikleri düşünüldüğünden, ne kadarının kişisel ve grup çıkarlarının (Sünniler, Baaçılar) zarar görmesinden kaynaklandığını tespit etmek güçtür. Ama işgale yönelik direnişin Amerika için tahammül edilmesi zor boyutlara ulaşması için ille de Irak’ta yaşayanların tamamının ve hatta çoğunluğunun aktif desteğine sahip olması da gerekmeyebilir. Irak’ta işgale karşı koyanların elinde muhtemelen bu tür bir direniş için gerekli olanın çok ötesinde silah ve cephane ve bunları kullanmayı bilen ve kullanmaya istekli ve tecrübeli insan vardır. Giderek bu silah ve insanları daha becerikli ve kompleks şekillerde kullanmaya başladıkları da görülmektedir. Yine yeterince sorun yaratmak için gerekli olacak kadar popüler desteğe en azından Sünni bölgelerinde sahip oldukları düşünülürse coğrafi olarak sınırlı da olsa merkezi ve yeterince büyük bir bölgede Amerikalılara hayatını ciddi oranda güçleştirmektedirler. Geri çevrilemez olduğunu iddia etmek biraz riskli olsa direnişin boyutunun artma trendinde olduğu da görülmektedir. Bu arada Şiilerin sonsuza kadar Amerika’nın sözlerine güvenmeye devam edeceklerinden ve işgale karşı sessiz ve tepkisiz kalacaklarından da emin olunamaz. Şiiler yekpare olmasalar ve hepsi ve hatta belki de çoğunluğu aşırı dinci değilseler bile, ABD’nin aslında kendilerine nüfusları ile orantılı bir güç vermek istemediğini bilmektedirler. Yine aynı Şiiler, Irak’ta iktidarın paylaşılması sırasında eğer Kürtler şimdi olduğu gibi sayılarıyla orantısız bir rol oynar ve güç edinirlerse bunun büyük ihtimalle kendilerinin hakkettiklerini düşündükleri payın azalmasıyla gerçekleşeceğini de tahmin ediyor olsalar gerektir. Öte yandan Şiiler, sayılarının gerektirdiği kadar olmasa bile yine de en büyük iktidar pastasına sahip olmayı umarak ‘buna da şükür’ demeye ikna edilebilirler. Irak’ta çok uzun zamandır dışlanıp hor görüldükten sonra şimdi, hakkettiklerini düşündükleri kadar olmasa da, şimdiye kadar olanın çok üstünde bir güç ve statüye sahip olabileceklerini düşünerek Amerika için önemli bir güçlük çıkarmamaya devam edebilirler. Nitekim Washington da, Irak’lı Şiiler üzerindeki kontrolü tam ve mutlak olmasa da önemli olduğu düşünülen İran’ın hoşuna gidecek adımları atmaya devam etmektedir. Çünkü silahlı direnişe Şiiler de başlarsa o zaman ABD’nin ülkeyi kontrol etmesi çok daha güçleşecektir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Çarşamba, Ağustos 20, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 20 Ağustos BM Binasına Yapılan Saldırı Üzerine Düşünceler Dün Bağdat BM merkezine yapılan saldırıyla ilgili olarak Irak’ta bir kaos ortamı yaratmayı, Amerikalıların hakim olmadığını herkese göstermeyi amaçladığı ve Kudüs’teki saldırıyla beraber Bush’u epey zorlayacağı noktasında genelde birleşilmektedir. Bu saldırıyı benzerleri takip ederse, Irak’taki sorunun iki farklı şekilde ‘uluslararasılaşması’ sürecine tanık olabiliriz. 1) Irak’ta ABD işgaline direnenlerin sadece Baasçılarla ve hatta sadece Iraklılarla sınırlı olduğunu iddia etmek güçleşebilir. Bu direniş yavaş yavaş sadece Baas ve hatta sadece Iraklı olmanın ötesinde pan-Arap ve/veya İslam dayanışmasını yansıtan bir çehreye bürünebilir. 2) Daha düşük bir ihtimal olarak ve dolaylı yoldan BM’nin ve başta Avrupa ülkelerinin Irak’taki devlet inşası sürecine katılımını hızlandırabilir. Ama bu ikinci nokta büyük ölçüde ABD’nin yardıma ihtiyacı olduğunu kabul edip etmemesine bağlıdır ve Bush Yönetimi’nin içgüdüleri dikkate alınırsa ilk etapta daha muhtemel olan Washington’un Irak’a daha fazla para, asker ve zaman ayrılırsa aslında BM’ye ve diğer ülkelerin rol almasına ihtiyaç olmadığını düşünmeye devam etmesidir. Ama bu safha, yani Amerika’nın işin ciddiyetini farketmesi Irak’a daha fazla ilgi göstermesi, Washington’un bunun da yeterli olmadığını ve sorunun enternasyonalize olması gerektiğini anlaması için geçilmesi gereken bir süreç olabilir. Bu saldırı ile beraber uluslararası toplum ve BM, ‘böyle saldırılar bizi yıldıramaz, bu artık sadece sizin meselesiniz değil, bizim de meselemiz, ama aynı zamanda daha çok rol, sorumluluk ve yetki almalıyız’ mı diyecektir, yoksa ben burada personelimin güvenliğini dahi sağlayamıyorum, herkes beni senin politikalarının bir enstrümanı olarak görüyor’ diyerek çekilecek midir? Kısa vadede özellikle BM ilkini demeye daha yakın olacaksa da, dünkü türden saldırıların arkası gelirse bu giderek güçleşecektir. Dünkü olay eğer gerçekten bir intihar saldırısı ise olayın arkasında Baasçılar dışında bir grubun olma ihtimali daha fazladır. Eğer olayın sorumluları diğer Arap ve Müslüman ülkelerden gelenlerse ve bunların eylemlerinin arkası gelir ve Irak gerçekten 1980’lerin Afganistan’ına benzer bir hal alırsa, bu gelişme başta S.Arabistan olmak üzere bazı Arap ülkelerinin içinde ciddi sonuçlar yaratabilir. Her ne kadar Bush Yönetimi dünkü saldırıyı kendi lehine yorumlamaya çalışarak Irak harekatının uluslararası terörizme karşı bir hareket olduğu iddiasını yineleyecek, ’bakın burada medeni dünya adına savaşıyoruz’ iddiasını ortaya koyacak olsa da ne kadar etkileyici olacağı tartışmalıdır. Bu saldırı bir anlamda BM’ye ‘gidin buradan’ mesajıdır. Artık BM personelini Irak’ta çalışmaya ikna etmek daha zor olacaktır. Ambargo döneminde bir çok Iraklı tarafından Amerikan politikalarının bir enstrümanı olarak görülen BM, ayrıca son 1500 sayılı kararı ile muğlak, sınırlı ve şartlı da olsa Konsey’i tanıyarak ABD’ye destek vermiştir. Saldırıyı düzenleyenlerin (Baasçılar, Sünniler, El Kaide, adı konmamış bir tür ‘Bağdat Müdafai Hukuk Cemiyeti’?) BM'yi Irak’tan kaçmaya zorlayarak, Amerika'yı Irak'ta yalnız bırakmak, zamanla başka ülkelerin asker göndermesinin önünü almak ve Amerika tek kalırsa insani yardımların ve temel hizmetlerin altından kalkamayacağı ve Irak halkında sahip olduğu krediyi de daha da çabuk tüketeceği, daha çok tepki göreceği, böylece onu ‘denize dökme’nin daha kolay olacağını hesapladıkları iddia edilebilir. Bu saldırının ‘uluslararası toplumun’ Irak’taki Amerikan işgaline bakışını nasıl etkileyeceğini tahmin etmek güçtür. Saldırının üstlenilmemiş olması da anlamlıdır. Çünkü olayın arkasındakiler BM’ye karşı olan bu eylemle dünyada ciddi derecede antipati toplayabileceklerini düşünerek sorumluluğu üstlenmekten kaçınıyor olabilirler. Ürdün Elçiliği, petrol boru ve su hatları ve şimdi de BM binasına yapılan saldırıların belli bir amaç için ortak bir akıl tarafından yapıldığını düşünenler artmaktadır. Değişik gruplar, birbirleriyle işbirliği ve hatta ve kontak halinde bile olmadan ve aralarındaki çelişkileri dikkate almadan da benzer eylemlere giriyor olabilirler. Hatta bir süre sonra en çarpıcı eylemleri kimin yapacağı konusunda değişik örgütler birbirleriyle rekabete dahi girebilirler. Yukarıdaki hedeflerin ortak tarafı Amerikan askeri merkezlerine göre nispeten daha kolay hedefler olmalarıdır. Şu ana kadar Amerikan askerlerine yönelik saldırılar tek tek ele alındığında nispeten daha küçük boyutlarda olmuştur. Zamanla Amerikan askerlerine yönelik saldırıların boyutlarında da artışlar gerçekleşirse doğal olarak Bush’un 2004 seçimlerindeki şansı bundan olumsuz etkilenecektir. Bu saldırının bir etkisi de hem Amerikan işgal kuvvetlerini hem de BM gibi kurumları giderek daha fazla kalın duvarların arkasına sıkıştırarak halkla ilişkilerini azaltması ve zorlaştırması şeklinde gerçekleşebilir. Ayrıca bu saldırı, eğer Türk askeri gücü Irak’a giderse, tek-tük vur-kaçların ötesinde büyük çaplı saldırıların da hedefi olabileceğini düşündürtmektedir. Bu saldırıyı benzerleri takip ederse Türkiye'de 'buradan uzak duralım' diyenleri güçlendirebilir. 'Mehmetçiğin kışlasına böyle bir saldırı olur ve bir kere de onlarcası ölürse ne yaparız’ sorusu hükümet, milletvekilleri ve orduyu asker gönderme konusunda daha dikkatli olmaya sevk edebilir. Türkiye Irak’a asker gönderirse Washington’dan Irak’taki asker sayısını azaltmamasını ve tersine arttırmasını şart koşmalıdır. Bu arada Talabani’nin Irak’ta Türk askerini istemedikleri şeklindeki demecinin (‘Talabani gitmemizi istemiyor, demek ki gitmeliyiz’) şeklinde bir etki yaratması yanlış olabilir. Hatta biraz hayal gücümüz zorlarsak bu demecin Türkiye’yi kışkırtmak ve asker göndermeye daha istekli hale getirmek için Amerikalılar tarafından bilinçli olarak verdirilmiş olabileceğini düşünmek bile mümkündür. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Ağustos 19, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 19 Ağustos Siviller ve Milli Güvenlik – Irak’a Asker Göndermenin Ekonomik Maliyeti Siyasiler eğer güvenlik konularında önce söz sahibi sonra da hakim olacaklarsa bu insiyatif almadan ve bu konularda ‘dirsek çürütmeden’ olmayacaktır. Eğer Irak’a asker gönderme kararı alırlarsa büyük bir sorumluluk yüklenecek Hükümet ve Meclis’in, bu kararın siyasi sonuçları kadar askeri şekil ve sonuçları hakkında da bilgi sahibi olmaları, bu konulara kafa yormaları, birliklerin ihtiyaçları, eğitim düzeyleri, moralleri gibi konularda soru sormaları, araştırma yapmaları ve denetimlerde bulunmaları gerekir. Hükümet, yaşanabilecek olumsuz gelişmelerde, ‘askerler bize hazırız demişlerdi, biz zaten anlamayız bu işlerden’ diyerek sorumluluktan kaçamayacaklarını bilmelidirler. Sivillerin güvenlik konularında söz sahibi olmak, bunu hak etmek ve bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmek ve bunun için gerekli olan birikime, uzmanlığa, bilgi ve beceriye sahip olmak için çalışmaya bugünden başlamaları gerekmektedir. Askerler, bu tür konularda kendilerine soru sorulmasını ve faaliyetlerinin denetlenmesini başlangıçta belki şaşkınlık ve hatta bir parça hiddetle karşılasalar da, bir süre sonra buna alışacaklar, karşılarında meraklı, bilgili ve düşünen siyasetçiler bulmaktan istifade edebileceklerdir. Hükümet eğer Irak’a hem de 10 bini aşkın sayıda gönderebileceği askerin ekonomik maliyetini kendi karşılamak istemektedir. Ancak, bu görev üç yıl kadar uzun sürebileceği ve buradaki ihtiyaç ve harcamalar normaldekinden çok daha farklı ve fazla olacağı için toplam maliyetinin yüz milyonlarca dolar tutabileceği unutulmamalıdır. Bu önemsiz bir rakam değildir. Bu maliyetleri karşılamakta bu kadar istekli olmanın Türkiye gibi ciddi kaynak sorunu olan bir ülke için doğru olduğu çok şüphelidir. Polonya gibi AB üyesi olmak üzere olan, ekonomisi bizden daha iyi durumda ve Türkiye’den istenenden çok daha az sayıda asker gönderen ülkelerin bile başta taşıma, lojistik destek ve günlük tüketimini ABD’nin üslendiği hatırlanmalıdır. Ama Türkiye’nin masraflarının açıkça ABD tarafından karşılanması halinde, Türk askerlerinin Amerika’nın ‘lejyoner’liğini yaptıkları şeklinde bir görüntü oluşabileceğinden, Ankara’nın Amerika’nın söz konusu masrafları üstlenmesi yönündeki talebini olabildiğince alçak sesle ve hatta gizli dile getirmesi doğru olabilir. Bu arada bir spekülasyon olarak denebilir ki, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi Pakistan’ı, Pakistan’ın asker göndermesi de belki Hindistan’ı Irak’a asker göndermeye yaklaştırabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Ağustos 18, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 18 Ağustos Cheney-Rumsfeld ile Wolfowitz Arasındaki Fark / Irak Üzerine Amerika’nın Orta Doğu’yu değiştirmek istediği doğrudur ama bunu başaracağı kesin değildir. Bu durum Bush 2004 seçimlerini kazansa bile böyledir. Amerika’nın başarılı olmak için gerekli olacak kadar kaynak, istek, beceri ve sabrın hepsine birden sahip olduğu şüphelidir. ‘Amerika’nın başarısız olması’ ise bu bölge üzerindeki etkisini kaybetmesi ve askeri olarak çekilmesi değil, Orta Doğu’yu demokratikleşme yönünde koyduğu hedefe ulaşamadan bu hedefinde revizyona gitmesi ve yönetimi Amerikan yanlısı olan ya da en azından Amerikan aleyhtarı olmayan temsil gücü tartışmalı Iraklılara devretmesi halinde gerçekleşecektir. İşler zorlaştıkça Cheney-Rumsfeld ekibi ile Wolfowitz’in temsil ettiği grup arasında şu ana kadar yüzeye çıkmayan ama gerçek ve iki tarafın da farkında olduğu farklılıklar daha netleşebilir. Eğer Bush tekrar seçilir ve Powell ya da onun gibi çok taraflılığa eğilimli realistlerden bir isim, mesela yarın Türkiye’ye gelecek Senatör Richard Lugar gibi biri, Dışişleri Bakanlığı görevini almazsa, Bush’un muhtemel ikinci döneminde tartışmalar hakimiyet isteyen ama ulus ve devlet inşası ile demokratikleşmeye mesafeli bakan ve Irak’ta işler zora girerse bunlarda ısrar etmeyecek Cheney-Rumsfeld ekibi ile demokratikleşme konusundaki samimiyetine inanmak için nispeten daha çok neden olan Wolfowitz arasında yaşanabilir. Şu ana kadar bu iki grup arasındaki çelişkiler çok fazla ortaya çıkmamıştır çünkü Powell okulunu kontrol etmek için ikisinin ortak hareket etmesi gerekmiştir. Ayrıca yaşanan krizler henüz bu iki grup arasındaki farklılıkların öne çıkmasını gerektirecek tür ve boyutta değildi. Eğer bu iki grubu bir anlamda birbirine bağlayan Powell veya onun gibi biri dış politikada önemli bir pozisyonda yer almazsa özellikle Irak’ta yaşanabilecek olumsuz gelişmeler yukarıdaki iki grubun dünya görüşü arasındaki farklıların ortaya çıkması için uygun bir ortam yaratabilir. Irak’taki problemler derinleşirse Cheney-Rumsfeld ekibi burada Amerikan yanlısı olması şartıyla ne derece demokratik olduğuna tam bakmadan acele bir yönetim kurarak stratejik üsler dışında çekilmeye daha yakın olabilirler. Wolfowitz ise Irak’ı ve Orta Doğu’yu gerçek anlamda dönüştürmeye daha istekli gibidir. Bu onun saf bir idealist olduğu anlamına gelmemekte ama, sadece, bazı ideallerin gerçekleşmesi için daha fazla maliyet ve risk üstlenmeye hazır olduğu şeklinde yorumlanmalıdır. Ancak kabul edilmelidir ki, bu iki grup arasındaki aslında önemli olan farkın ille de yüzeye çıkması ve bir çatışmaya neden olması gerekmez. Pekala ortak paydalarda buluşmaya devam edebilirler. Ama muhtemelen bu şimdiye kadar olandan daha zor olacaktır. Bu iki grubun aslında bir anlamda Amerikan dış politikasındaki iki ayrı damarı (Theodore Roosevelt ile Woodrow Wilson) temsil ettiklerini bilmenin akademik olanın ötesinde bir önemi olabilir. Nasıl ABD’nin Türkiye’nin genelde Kürt sorununu özelde de PKK terörünü ele alışına yönelik çekinceleri, uyarıları, eleştirileri ve zaman zaman da yardım ve işbirliği için şartları ve telkinleri oluyorsa, aynı şeyi Türkiye’nin Irak’la ilgili olarak ABD’ye yapmasında garipsenecek bir taraf olmamalıdır. Bu durum iki ülke arasındaki güç asimetrisine ve Türkiye’nin ABD’ye özellikle ekonomik ve askeri konulardaki bağımlılığına rağmen böyledir. Bu arada, bazı çevrelerde dile getirildiği gibi gerçekten de ‘Türkiye’nin Irak politikasının K. Irak’la sınırlı olmaması’ gerekir. Ama bu ifade, K. Irak’ta olanları önemsemememiz ve bunlara kayıtsız kalmamız demek değil, K. Irak’ta olacakları etkileme kapasitemizi arttırmak için Irak’ın bütününde – her ne kadar bu deyim, aynen ‘milli çıkar’ kavramı gibi gelişigüzel ve kötüye kullanılmaya müsaitse de - ‘kart toplamaya’ çalışmalıyız anlamında kullanılıyorsa doğrudur. Türkiye K. Irak’ın geleceğini etkilemek için bu bölgenin kendisinde önemli kartlara sahip değildir. Ya da şöyle demek gerekirse savaş öncesinde zannedilen kadar önemli ve kullanılabilir ‘kartlarımız’ yoktur. Bu nedenle Kürtleri Irak’ın bir parçası olmaya ikna etmek için a) Irak’ta istikrar sağlamaya çalışmalı ve b) eğer bu olmaz ya da bir şekilde Kürtler bağımsızlıkta ısrar ederlerse onları ‘ikna etmek’ için Sünni ve Şiilerle beraber hareket edebilmeliyiz. Irak’ın geneline bakmamızın nedeni Irak’ın her yerinde olan olaylar bizi aynı derecede etkiliyor demek değil ama Irak’ın Kuzeyi dışında yaşananlar Kuzey’deki gelişmeleri ve bizim onlara etki yapma gücümüzü etkiler demektir. Kürt devletini önlemek için İran ve Suriye ile beraber davranma fikri savaş öncesinde bir çok kez dile getirilmişti. Ama pratikte bunun çok mümkün olmadığı ya da olsa bile etkisinin sınırlı olabileceği görülmektedir. Öncelikle 1) bu üç ülkenin Kürt devletinin kurulmasına yönelik endişeleri değişik derece ve önceliklerdedir. 2) ABD Türkiye dahil bu ülkelerin Irak’a müdahale etmesine tahammülü olmadığını Süleymaniye olayı ile çok çarpıcı bir şekilde orta koymuştur. Tahran ve Şam bu olaydan sonra ‘müttefiğine böyle davranan bize ne yapmaz’ diye düşünmüş olsalar gerektir. Bu üç ülkenin Kürt devletinin kurulmasını askeri olarak önleme anlamında bir girişimde bulunmaları şu an mümkün görünmemektedir. 3) Bu üç ülkenin birbirlerinin güvenilirliğine dair şüpheleri vardır. Her üçü de birbirleri için (‘acaba gizlice Washington’la anlaşabilirler mi?)’ diye düşünmektedir ve bu güvensizlik Washington’un da katkılarıyla daha da arttırılabilir. 4) Pratik anlamda bu üç ülkenin Kürt devletinin kurulmasına karşı hangi adımları atabileceği sorusu nedense yeterince cevaplanmamıştır. Bu üç ülke şu ana kadar üst düzeyde bir araya gelip Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik güçlü ve dramatik bir bildiri bile yayınlayamamışlardır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Cuma, Ağustos 15, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 15 Ağustos Irak’a Asker Gönderme Tartışması Devam Ediyor Hükümet tezkereyi Meclis’e götürdüğünde asker göndermenin gerekliliğine inandığını ve bunun şartlarının oluştuğuna ikna olduğunu belirtmiş olacaktır. Ancak yine de milletvekillerinin tezkereyi olduğu gibi kabul etmekle reddetmek dışında seçenekleri olabilmelidir. Tezkere geldiğinde bunu reddetmenin iktidar partisi için siyasi sonuçları düşünüldüğünde AKP milletvekillerinin tezkereyi kabul etmekle beraber metin üzerinde değişiklik yapabilmeleri, tezkereye şartlar ekleyebilmeleri (ancak şu şartlar gerçekleşirse geçerli olur), görevin süresini tekrar uzatmaya açık olarak sınırlamaları (6 ay, bir yıl), periyodik aralıklarla operasyonun gidişatı, başarısı, problemleri, geleceği üzerine Hükümet’ten rapor talep etmeleri söz konusu olabilmelidir. Asker gönderme sürecinde Meclis’in rolü sadece ‘evet’ ya da ‘hayır’ demekle sınırlı olmamalıdır. Meclis, Hükümetin sunduğu bilgilerden sonra bunları tartışmak için yeterince süreye ve rahatlığa sahip olmalıdır. ‘Biz parti yönetimi olarak karar verdik, siz de bunu onaylayın’ şeklinde yorumlanabilecek bir yaklaşım hem demokratik açıdan hem de belki de dış politika açısından talihsiz olacaktır. Ayrıca Hükümet, 1 Mart’a giden süreçte de söz konusu olduğu gibi, tezkereyi Meclis’ten geçirdikten sonra da – eğer henüz sonuçlanmamışsa- ABD ile müzakereleri, askeri hazırlıkları, çok yönlü diplomatik girişimlerini devam ettirerek asker gönderme eylemini erteleyebilme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Doğrudur, Türkiye görev aldığı bölgede başarılı olursa bundan önemli, uzun dönemli ve somut sonuçları da olabilecek bir prestij kazanabilir. Ama Türkiye’nin asker göndermesi ve hatta kendi bölgesinde başarılı olması tek başına Irak’ın istikrara kavuşmasına yetmeyebilir. Tarih kitaplarında Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili geçen bir cümleyi ödünç almak gerekirse, ‘biz barış tesis etme ve koruma operasyonunda çok başarılı olduğumuz halde “müttefiklerimiz” yenildiği için biz de yenik sayılabiliriz.’ Eğer Türk askeri Irak’ta görev alırsa, Türkiye o bölgede yaşayan halkın şikayetlerini ve isteklerini dile getirebileceği ve cevap alabileceği danışma ve geri besleme (feed-back) mekanizmaları kurulmalıdır. Aşiret liderleri ve dini liderlerin dahil olduğu ama belki onlarla sınırlı tutmadan yerel grup ve liderlerle yerel bir danışma meclisi kurulabilir. ‘Niye buradayız’, ‘size nasıl yardım etmek istiyoruz’, ‘sizlerin acil istekleri neler’, ‘biz bu konularda nasıl yardımcı olabiliriz’ gibi bir dizi soru ve mesajı halka ulaştırmak, gelecek cevapları dinlemek ve bunları dikkate alarak devam etmek durumunda kalacağız. Bu mesajların en doğru, direk, hızlı, etkili nasıl halka ulaştırılacağı hangi enstrüman ve formatların kullanılacağı sorusu bu mesajların içeriği kadar olabilir. Bu arada bizi aşan konularda istekleri Amerikan işgal yönetimine nasıl iletiriz, bunların takipçiliğini en iyi nasıl yapabiliriz, görev alınan bölgedeki halkın haklarının avukatlığını en iyi nasıl yapabiliriz gibi noktaları da düşünmeliyiz. Bütün bu faaliyetler ve benzerleri için başka şeylerin yanında gerekli sayıda iyi derece Arapça bilen personelin gerekliliği açıktır. Açıkçası durumun gerçek boyutunu gazete ve televizyon haberlerini takip ederek tam ve doğru olarak anlamak mümkün olmayabilir ve bu konuda uzaktan yapılan yorum ve analizler can sıkıcı bir şekilde yanlış çıkabilir. Ama yine de ABD için Irak’taki durumun, tamamen kontrol dışı değilse bile o yönde gittiğini düşünmek mümkündür. Irak’taki silahlı direniş değişik derecelerde 1) Baas artıklarından, 2) eski pozisyonlarını kaybedeceklerini düşünen Sünnilerden, 3) diğer Arap ülkelerinden ABD’yi Arap ve Müslüman toprağından kovmak için gelen silahlı birey ve gruplardan, 4) El Kaide ve onunla uzaktan ve belirsiz ilişki içindeki gruplardan, 5) Saddam’ın gitmiş olmasına memnun olsa bile Amerikan askeri varlığını kabullenemeyen 6) ya da aslında geçici olmak şartıyla bunu kabullenebileceği halde Amerikan askerlerinin gurur kırıcı davranış ve politikaları nedeniyle Amerikalılarla mücadele etmeye yönelenlerden ve 7) yine belki Saddam’dan çok hazzetmese de o varken düzene benzer bir şeyin olduğunu, ambargoya rağmen gıda konusunda ve temel hizmetlerde fazla problem olmadığını düşünen ama Amerikalıların gelmesiyle bu alanlarda ciddi zorluklar yaşayan ve hatta bu problemlerin bilerek Amerikalılar tarafından yaratıldığına inanan ya da buna çevrenin etkisiyle inandırılan kişi ve gruplardan geliyor olabilir. Bunlar içinde şu anda Amerikalılara en fazla problem çıkartanların eski Baasçılar olduğu iddiası makul görünmektedir. Ama durum hep böyle kalmayabilir ve Saddam yakalandığında bunun eski Baasçıların ‘moral kondüsyonlarına’ ciddi olumsuz etki yapacaksa bile halkın memnuniyetsizliğini şiddete dönüştürecek başka gruplar öne çıkabilir. Yukarıdaki gruplar arasında iletişim ve işbirliğinin düzeyi şu an için düşükse de, ve grupların kendi içlerindeki örgütlenmesi yerel boyutla sınırlı ise bile bu durumun ileride değişebileceği ve aralarındaki çelişkileri aşarak bir ölçüde koordineli hareket etmeye başlayabilecekleri iddiası dikkate değerdir. Amerikan yönetimi özellikle temel hizmetlerdeki problemleri işgalden hemen sonra aşsa idi ve halkın duyarlı olduğu konularda daha dikkatli olsaydı, şu an karşılaştığı türden silahlı saldırılara belki yine muhatap olacaktı ama bunlar daha az sayı ve şiddette olabilecek, halkın bu gruplara verdiği destek daha sınırlı kalabilecek ve destek vermese bile bunlara kaşı Amerikalılara istihbarat desteği vermekten kaçınan halk tersi şekilde davranabilecekti. Bu arada, Iraklı gruplar, ‘bizim sorunumuz sizle değil, Amerikalılarla, ama onlarla mücadelemizi engellemeye çalışırsanız sizinle de bozuşuruz’ diye özetlenebilecek bir yaklaşıma geçerlerse biz ne yapacağız? Bize zarar vermemeleri şartıyla faaliyetlerine göz mü yumacağız, yoksa bu gruplara karşı güç mü kullanacağız? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Ağustos 14, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 14 Ağustos Irak’a Asker Kararı Belki şu çok net olmayan ama önemli ayırımı ortaya koymak gerekmektedir: Türkiye’nin amacı Irak’ta istikrarın kurulması olmalıdır, Irak’ta istikrar adına gereksiz ve beyhude maliyet ve riskler üstlenmek değil. Türkiye’nin Irak’a asker göndermekte acele etmesi bu ülkede istikrar sağlanması için tek başına yeterli olmayacağı gibi istikrar için gerekli olan başka bazı gelişmelerin önünü tıkayabilir ya da en azından bunları geciktirebilir. Bu nedenle Türkiye yapacağı katkının şeklini ve zamanlamasını Irak’ın istikrara kavuşmasını en fazla sağlayacak ve işin içine diğer ülkeleri de sürükleyecek şekilde ayarlamalıdır ki bu da ille ya da hemen Irak’a asker göndererek olmayabilir. Bu, 1 Mart’la savaş arasında gösterdiğimiz zamanlama becerisinin ötesinde bir performans gerektirmektedir ve açıkçası bu becerinin de ötesinde şansın da yanımızda olması gerekebilir. Türkiye’nin acele bir ‘evet’i Washington’da Avrupa’ya ihtiyaç olmadığını düşünen çevreleri, ‘yanlış bir güvenlik duygusu’na yöneltebilir. Bu çevreler, ‘bakın (eski) Avrupa olmadan da asker desteği bulabiliyoruz’ diyerek Türkiye ve belki de onu takip edecek birkaç ülkeden daha gelecek askerlerle Irak’ta düzeni sağlayabileceklerini düşünebilirler ki aslında bu muhtemelen bir yanılgı olacaktır. Halbuki Türkiye asker gönderme konusunda acele etmezse bu bir BM kararını daha mümkün hale getirebilir ve önceye alabilir. Amerika Irak’a düzen getirmeyi gerçekten başarabilir ama bu kolay, hızlı, kansız, ucuz ve yardımsız olmayacaktır. Türkiye’nin erken ve koşulsuz bir desteği, istenenin tam aksine, Washington’un bu gerçekle yüzleşmesini ve sonuçta Irak’a istikrar gelmesini geciktirebilir. Bu noktada, sorulması gereken bir başka soru da, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesinin başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa devletleri tarafından nasıl değerlendirileceğidir. Doğal olarak, bu ülkeler, Türkiye’nin kararı üzerinde ipotek sahibi olmamalıdırlar ama bu onların tepkisi dikkate alınmamalıdır demek değildir. Başta Fransa ve Almanya’nın Irak’a asker göndermenin yolunu açacak bir BM kararı için şartları neler olabilir? Kendi deyimleriyle ABD’nin ‘bulaşıkçısı’ olmaktan bıkan bu ülkeler ne olursa olsun ABD’yi yalnız bırakmakta ve başına kendi açtığı bu problemi kendisinin çözmesinde ısrarlılar mı, yoksa kendileri için bazı ekonomik kazanımlar, BM’nin siyasi rol alması gibi Washington tarafından kabul edilmesi şu an için zor ama bir süre sonra belki razı olabileceği şartları mı var? Ankara karar vermeden önce bu soruya da yanıt aramalı ve gerekli diplomatik sondajları yapmalıdır. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesinin nedenlerinden biri olarak gösterilen, bu desteğin ABD’yi PKK-Kadek’le mücadeleye sevk edeceği iddiası sorunludur. Çünkü bu bir anlamda eğer biz asker göndermezsek ABD’nin PKK ile mücadele etme gibi sorumluluğu olmayacağını kabul etmek anlamına gelebilir. Halbuki Türkiye Irak’a asker göndermese bile ABD bu örgütle mücadele etmek zorundadır. Evet ABD bunu yapmayacaktır ama onu bu sorumluluktan hem de kendi elimizle kurtarmak da doğru değildir. Ayrıca, Türkiye asker gönderse bile ABD’nin PKK ile askeri mücadeleyi girmesi çok düşük bir ihtimaldir. En fazla bu örgüte Irak’ı terk etmesi söylenebilir ki bu durumda onların da gidecekleri yer başta Türkiye ile İran olacaktır. Bu zorlama, eğer gerçekleşirse, belki bir kısım PKK üyesini ‘eve dönüş’ten yararlanmaya teşvik edebilir ama bunun dışındakiler Türkiye içinde ‘dağlarda’ dolaşacaklar ve belki bunu istemeseler bile son birkaç yıldakinin aksine teröre başlayabileceklerdir. Bu noktada şu sorulmalıdır: PKK’nın askeri gücünün Türkiye’nin içinde olması mı daha iyidir yoksa Irak’ta kalması mı? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Çarşamba, Ağustos 13, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 13 Ağustos Asker Gönderme Sorumluluğu / BM kararı Yanılma ve bir parça haksızlık yapma riskini de göze alarak denebilir ki, Dışişleri Bakanı, Irak’a asker gönderme fikrine ‘aklı tam yatmasa’ da, bunu yüksek sesle dile getirmekten kaçınmaktadır. Çünkü 1 Mart tezkeresinin geçmeyişinin nedenlerinden biri olarak o zaman tezkere lehine yeterince ağırlığını koymamış olmasının gösterildiği için bu durum tekrarlanırsa Washington tarafından ciddi takibe alınacağından endişe ediyor olabilir. Belki de kısmen bu nedenle Irak’a asker gönderme konusunda isteksiz görünmekten kaçınmakta ve hatta zaman zaman bu konunun savunuculuğunu yapar görünmektedir.Irak’a asker gönderme ile ilgili olarak Hükümet sorumluluğu ‘devlet’le paylaşmak istemektedir. Ancak bu istek kendisinin tam olarak ne düşündüğünü ve istediğini anlamasına engel olabilir. Sonuçta, Irak’a asker gönderme kararı siyasi bir karardır ve sorumluluğu da Hükümete ait olacaktır. Hükümet, Irak’a asker gönderme konusunda, askeri ve sivil bürokrasinin görüşlerini dikkate alarak ama onlardan pekala farklı olabilecek kendi görüşünün ne olduğu sorusunu havada bırakmamalıdır. Hükümetin sorumluluğu paylaşma konusundaki endişelerine belki kısmen hak verilebilir. Çünkü altını çizmek gerekir ki, şu anki tüm olumlu havaya rağmen ‘piyasa’, medya, ve hatta ABD, Irak’a asker gönderme konusunda, Hükümetin ‘hata’ yapmasına ‘devletin’ ‘hata’ yapmasına oranla daha az tolerans göstereceklerdir. Türkiye’nin de Washington’a ‘evet dememesi’ Washington’u bir BM kararının gerekliliğine şimdiye kadar olandan daha fazla yaklaştırabilir. Diğer ülkelerin olabildiğince çok sayıda askerle Irak’a gelmesi Irak’ta Türk askerinin karşılaşacağı güvenlik problemlerini azaltıcı bir etki yapacaktır. Bu olmaz ve çok sayıda asker gönderebilecek ülkeler asker göndermezlerse muhtemelen, Türk askerleri evlerine dönecek Amerikan askerlerinin görevlerini devralacak, Irak’taki toplam asker sayısı net olarak artmayacaktır. Halbuki bir çok Amerikalı otoritenin de belirttiği gibi şu an ülkede bulunan yabancı askerlerin sayısı bu ülkede düzeni sağlamak için yeterli değildir. Bu nedenle BM kararı konusunu, Cumhurbaşkanı’nın yaklaşımı gibi gözüken salt hukuksal bir fetiş olarak değil, pratik açıdan da önemli görmek mümkündür. Bir BM kararı Irak’taki asker sayısını arttıracak, şimdi büyük ölçüde Amerika’ya yönelik görünen silahlı direnişi zayıflatabilecek, yeni kurulacak rejimin meşruiyetini arttıracak ve Türkiye’nin temel meselesi olması gereken Irak’a istikrar gelme ihtimalini arttıracaktır. Bu nedenlerle Türkiye Irak konusunda bir BM kararı çıkarma amacından vazgeçmemeli, ABD’ye vereceği cevabın şekil ve zamanın bu gelişmeyi arttıracak şekilde olmasına çalışmalı ama aynı zamanda bu tür bir karar çıkmadan ABD ile anlaşmayı amaçlamalıdır. Türkiye’nin BM kararında ısrar ederek, ya da böyle bir kararın yokluğunu bahane göstererek, asker göndermeme kararı alması ya da asker gönderme yönünde bir kararı geciktirmesi, Washington’da, şu an bile bir parça başlamış görünen ve hatta Max Boot gibi bazı yeni muhafazakarlarca da dile getirilen yeni bir BM kararının faydaları ve başta Avrupa ülkelerini de resmin içine sokma tartışmasını hızlandırabilir. Irak’ta güvenliğin sağlanması işini tek başına ve diğer ülkelerin şimdiye kadar gelen mütevazi katkılarıyla gerçekleştiremeyeceğini anlayacak Bush yönetimi, insani yardımların ötesinde, BM’nin siyasi ve güvenlik konularında resme dahil olmasını ve bunun karşılığında da ‘pasta’daki ve ‘masadaki koltuklar’daki tekelini paylaşmaya muhtemelen hemen razı olmayacaktır ama bir süre sonra bunun gerekliliğini kabullenmek zorunda kalabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Ağustos 12, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız TurcoPundit http://ajp1914.blogspot.com ABD dış politikası, iç siyaseti ve Türk Amerikan ilişkileri üzerine notlar ve yorumlar G-ABD 12 Ağustos Asker Gönderme Kararında Acele Edilmemeli Çankaya’nın Irak’a asker gönderme konusundaki pozisyonu, değişmez ve yumuşamaz olmamakla beraber, bellidir. Askerler ise, içlerinde farklı düşünenler varsa bile, sonuç itibariyle büyük ölçüde asker göndermeye angaje olmuş görünmektedir. Bu noktada Hükümetin, ‘uluslararası meşruiyet’ konusunda ısrarlı görünen Çankaya ile, başka nedenlerin yanında, ABD ile hem devletten devlete hem de ordular arası ilişkileri koparmak istemeyen Genelkurmay arasında hangi yöne ağırlığını koyacağı, ya da daha doğru söylemek gerekirse, Genelkurmay lehine meyledip meyletmeyeceği veya bunu ne zaman ve ne şekilde yapacağı hala belli değildir. Washington tarafından 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin sorumlusu olarak gösterilerek psikolojik ve hatta fiziki hırpalamaya maruz kalan kurumlar, Irak’a asker gönderme konusunda pozisyonlarını, belki kendileri bile fark etmeden, ABD’yi kızdırmayacak şekle sokma endişesi taşıyor olabilirler. Türk ordusuna yönelik psikolojik baskı ve Süleymaniye krizi, bu kurumu, belki de beklenenin tam tersine, Irak’a asker gönderme konusunda daha istekli bir hale getirmiş ve bir anlamda Pentagon’da bu işi planladığı düşünülenlerin hesaplarında yanılmadığını ortaya koymuş gibidir. Halbuki, Irak’a asker gönderme kararında acele etmek birden fazla nedenle doğru bir davranış olmayabilir. Bir kere asker gönderme kararı aldıktan sonra Washington’un bize empoze etmeyi deneyebileceği görevi reddetmek özellikle Hükümet açısından daha güç olabilir. Ayrıntılar bilinmeden, bağlayıcı ve ABD ile yapılacak askeri (gönderilecek gücün şekli ile ilgili olan), siyasi (asker göndermenin Irak ‘masasında’ bize ne kadar söz hakkı vereceği) ve Irak dışı diğer konularda yapılabilecek pazarlıklarda elimizi güçsüzleştirecek bir karar almanın yanlışlığı açık olmalıdır. Türkiye sanki asker gönderecekmiş gibi hazırlıklarını yapmalıdır ama yapılan bu hazırlıklar asker gönderme kararı alınmasının nedenlerinden biri haline gelmemelidir. Ankara’nın asker gönderme kararını alma konusunda bir acelesi olmamalıdır. Niye acele ediyoruz? Türkiye asker gönderme konusunda, diyelim ki Ekim’e kadar karar almazsa, oraya asker göndermeye hevesli çok ülke çıkacak mıdır? Bu süre içinde Hindistan, Pakistan, Fransa, Almanya gibi Washington’u rahatlayacak kadar asker gönderebilecek ülkeler asker gönderme kararı almış olabilirler mi? Yoksa aslında Washington, asker gönderme konusunda ‘dolaştırdığı tası’ dolduramadan tekrar Türkiye’nin kapısını, hem de bu kez daha yumuşak mesajlar ve daha münasip koşullar ve garantilerle çalmak zorunda mı kalır? Washington, 1 Mart’ta tezkereyi reddederek bu kararıyla dünya kamuoyunda ilgi çeken Türkiye’nin Irak’a asker göndermeyi kabul etmesinin ABD açısından getireceği avantajların farkındadır. Ama Türkiye’ye fazla ihtiyacı olmadığı izlenimi verme çabası içindedir. Asker gönderme konusunda Washington’dan Türkiye sormadıkça bir ses gelmemesi de bu çabanın başka bir ifadesi olsa gerektir. Çankaya’nın yaklaşımında olduğu gibi ‘uluslararası meşruiyet’ konusunu diğer önemli noktaları gölgeleyecek kadar önemsemek doğru olmayabilir. Ama şu da kabul edilmelidir ki, bir BM kararı ve çok daha fazla ülkeden asker gelmesi Irak’taki silahlı direnişi önemli ölçüde azaltacak bir etki yaratabilir. Eğer Türkiye Irak’a asker gönderecekse, ideal olan, bu kararın, şu an çok muhtemel gözükmese de, bir süre sonra gündeme ciddi olarak gelebilecek muhtemel bir Nato ve BM kararından hemen önce gelmesidir. Bu durumda Türkiye hem kendisini bir anlamda bağlayacak bir BM kararı daha çıkmadan Amerika’nın katarına atlayacağı için bunun karşılığı olan ‘ödülü’ alabilecek, hem de Türkiye’nin asker gönderme kararından etkilenecek, belki de onun tetikleyeceği ya da en azından öne alacağı bir BM kararı, koalisyonun genişlemesi ve hatta formunun değişmesi ile beraber Irak’ta karşılaşılacak güvenlik problemleri hafifletebilecektir. Bir BM kararı şu an için çok mümkün görünmemekle beraber, Türkiye’nin asker göndermeyi kabul etmesi, bu ihtimali, derecesinin ne olduğunu tahmin etmek zor olsa da, arttırabilecektir. Türkiye’nin de bu işe girmesi özellikle Pakistan üzerinde bir etki yapabileceği gibi, Fransa ve Almanya’nın direnişinin kırılmasına da katkıda bulunabilir. Aynen, yukarıdaki ülkeler ve Hindistan şimdiye kadar asker gönderme kararı almış olsalar bunun Türkiye içinde asker gönderme tartışmalarında asker gönderme taraftarlarının gücünü arttıracağı gibi, Türkiye’nin asker göndermesi de bu ülkelerin bakış açıları ve hesaplarını etkileyebilecektir. Ancak burada önemli olan diğer ülkelerin Irak konusundaki fikirlerinin belli bir olgunluğa gelmiş olmasıdır. Bu olmadan, bu ülkeler Irak’a asker gönderme konusuna yeterince ısınmadan, Türkiye’nin Irak’a gitmesi bu ülkeleri beklenen kadar etkilemeyebilir. Bu nedenle Türkiye’nin Irak’a asker gönderme konusunda çok acele karar vermemesi gerekir.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Ağustos 11, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 11 Ağustos Irak’a Asker Gönderme Tartışmasına Devam Bu yazı Türkiye için önemli ve uzun dönemli sonuçları olabileceği görülen Irak’a asker gönderme tartışmalarına katkı yapma amacı taşımakta ve asker göndermeye karşı olmak ve desteklemenin ötesinde bu karara varırken dikkat edilmesi gereken hususları ve eğer Türkiye asker gönderme kararı alınırsa Irak’ta başarılı olmak için yapılması gereken hazırlıklar konusunda düşünceler içermektedir. Irak’a asker gönderme kararı, başka bir çok şeyin yanında ABD ile açık ve adil bir danışma, işbirliği ve pazarlık sürecinin sonunda alınmalıdır. Belirsiz konular açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu olmadan ne Meclis Hükümet’e, ne de Hükümet ABD’ye ‘açık çek’ vermemelidir. Hükümet, Irak’a asker gönderme konusunda ABD ile müzakereleri sonuçlandırıp, ortaya çıkan sonuçtan ikna olur ve içine sindirirse ancak o zaman Meclis’e gitmelidir. Hükümet, Meclis’e karşı, ‘ben tam ikna olmadım ama Amerikalılar da acele ediyor, artık kararı siz verin’ şeklinde özetlenebilecek ya da öyle yorumlanabilecek bir yaklaşımdan kaçınmalıdır. Meclis Hükümet’e yetkiyi çok çabuk ve açık verirse bu ABD ile yürütülecek pazarlıklarda gücümüzü azaltabilir. Meclis’e bir tezkere sevk edilmesi durumunda, bu belgede asker sayısı, görev alanı, süresi ve komuta yapısı gibi ayrıntılar yer alacak mıdır? Hükümet Meclis’e tezkereyi getirirken görevin doğası, boyutu, süresi, riskleri ve maliyetini açıkça ve olabildiğince ayrıntılarıyla ortaya koyabilecek durumda olmalıdır. Meclis, ancak bu bilgilerin yeterli olduğu sonucuna vardıktan ve bunları kendi içinde makul bir süre tartıştıktan sonra kararını vermelidir. Acaba Hükümet zamanı ABD’nin Türkiye’den ne istediğini anlama açısından yeterince uygun kullanmakta mıdır? Bir süre sonra, ABD Türkiye’den acil cevap için ısrar ettiğinde Türk tarafı, Hükümeti, bürokrasisi ve Meclis’i ile henüz gerekli bilgilere ulaşmadan ve konunun üzerinde yeterince düşünmüş olmadan acele bir cevap vermeye zorlanma durumunda kalmamalıdır. Ayıca Amerikan taleplerinin mutlaka müzakere konusu olması gerekir. Bu müzakereler belli nedenlerden dolayı açık yapılmayabilir ama mutlaka gerçekleşmelidir. Bu arada Irak’a asker gönderme ile ilgili olarak ‘bu kadar ayrıntılı hazırlıklar yaptık, o halde gitmeliyiz’ diye bir düşünceye sahip olmamak gerekir. 1 Mart’taki tezkere ile ilgili olarak ortaya atılan, ‘tesisleri yenileştirme izni vermiştik, ondan sonra tezkere geçmeliydi’ şeklinde özetlenebilecek mantığın benzerinin hakim olmaması gerekir. Yapılan hazırlıkların yetersizliği gitmemek için bir neden olabilir, ama kapsamlı bir hazırlık yapılmış olması tek başına gitmemiz gerektiği anlamına gelmez. Aynı şekilde, Türkiye’nin Bosna, Kosova, Afganistan ve hatta Doğu Timor’a barış gücü için asker gönderdikten sonra çıkar ve endişelerinin çok daha yoğun olduğu Irak’a göndermemesinin bir parça garip kaçacağı doğrudur. Ama bu gariplik, ‘hemen, kayıtsız şartsız, alacağımız riskleri iyice değerlendirmeden asker gönderelim’ şeklinde yanlış bir kararın nedeni olmamalıdır. Bu arada, ABD ile yapılan görüşmelerde, ‘Türkiye’nin niye asker istemek için en son başvurulan ülkelerden biri olduğu’ sorulmalıdır. Bu durumun altının çizilmesi Türkiye’ye belli bir pazarlık marjı kazandırabilir. ABD’li muhataplara, uygun bir dille ‘aslında elinizden gelse bizi resmin içine sokmayacaktınız. Ama, bir anlamda, buna mecbur kaldınız’ denmeli ve ABD’nin Türkiye’yi aşırı acele bir karara zorlama hakkı olmadığı hatırlatılmalıdır. Asker göndermeye, henüz bu konudaki ayrıntılar ortaya çıkmamış ve hatta Türk Hükümeti’ne dahi ulaşmamışken, şimdiden karşı veya taraftar olmak doğru olmayabilir. Belki Türkiye, duruma göre, asker göndermenin doğruluğuna inanmasa da ‘orada bayrak göstermek’ için cüzi sayıda (birkaç yüz?) asker göndermeye karar verebilir. Bu durumda siyasi ve askeri koşullardaki değişimle beraber bu sayı ileride arttırılabilir. Aşağıdaki öneriler asker gönderilmesine taraf olmak olarak görülmemeli ama bu gerçekleşirse/gerçekleştiğinde yapılmış olması gereken teknik ve zihinsel hazırlığa işaret etme amacı taşımaktadır. Türk askerleri hangi şartlarda ne ölçüde askeri güç kullanılacağı (terms of engagement) konusunda egzersizler yapılmalıdır. Türk birlikleri başta şu anda koalisyon güçlerine düzenlenenler olmak üzere Irak’ta karşılaşılabilecekleri saldırı türleri üzerine eğitimli ve hazırlıklı olmalıdır. Bunun yanında kalabalığın kontrolü, kalabalığın içine sızmış silahlı kişilerin saldırılarına karşı nasıl tedbir alınacağı ve karşılık verileceği, üst-baş, vasıta ve mesken arama, araçlı ve yaya devriye, kimlik kontrolü yapılacak geçiş noktaları ve buradaki davranış biçimleri; esnaf, din adamı, kadınlar, çocuklar gibi değişik gruplarla nasıl ilişki kurulacağı; bölgede nasıl istihbarat kaynakları geliştirileceği ve bu istihbaratın nasıl işleneceği ve operasyonel hale geleceği gibi bir çok konuda gerekli eğitim ve hazırlığını tamamlanmış olmalıdır. Irak’a asker gönderilirse üstlenilecek olan misyon değişik türden görevleri yapabilecek, farklı kuvvetlerden gelen ‘joint’ personelin ve hatta askerlerle sivillerin beraber çalışmasını gerektirebilecek bir misyon olacaktır. Polis, jandarma, istihbarat görevlisi, belirli noktalara baskın yapabilecek özel eğitimli askeri personel, ‘halkla ilişkiler’ uzmanları, sivil bölge uzmanları, Arapça bilen tercümanlar, televizyon-radyo-gazete yayınları yapabilecek, halka gıda, sağlık, eğitim, iletişim gibi konularda yardımcı olabilecek türden, çeşitli konularda eğitimli ve tecrübeli personele ihtiyaç olabilecektir. Bu arada Iraklı Türkmenler ve Kürtler, gerek açık gerekse gizli olarak, başta istihbarat, tercümanlık ve kültürel danışmanlık gibi konularda Türk birliklerine yardım edebilirler. Tamamen bizim sorumluluğumuzda bir ya da daha fazla bölge olması mı, yoksa belli bölgelerde yetki ve otoritenin başka ülkelerin askerleri ile paylaşılması mı tercih edilmelidir? Türk asker gücünün Irak’taki görevi sırasında kayıp vermesi neredeyse kaçınılmazdır. Bir olayda çok sayıda kayıp verilen durumlar yaşanabilecektir. Bu tür durumların yaratacağı etkilerden biri de Türk askerinin ‘tetiğine davranmakta’ aceleci olması şeklinde gerçekleşebilecektir. Bu tür birkaç olay Iraklılarla umulan türden bir ilişki kurmasını güçleştirebilecektir. Amerikalıların verdiği kayıpların neredeyse tamamının Türkiye’nin görev alacağı söylenen bölgede gerçekleştiği hatırlanır ve bir fikir edinmek için kaba bir tahmin yapmak gerekirse ve mevcut saldırıların aynı yoğunluk ve şiddette devam edeceği varsayılırsa, ki aslında bundan emin olmak şu an için imkansızdır, Türk gücünün ilk yıl 50 ile yüz arasında kayıp verebileceği iddia edilebilir, ki buna hastalık, kaza, intihar gibi nedenler dahil değildir. Bu arada diğer Koalisyon kuvvetlerinin Türk askerlerine sayılarıyla orantısız ve riskli görev ve alanlar vermelerine, halkı tahrik edici operasyonlar yaptırmak istemelerine karşı Türk komutanların dikkatli olmaları gerekir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Cuma, Ağustos 08, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 8 Ağustos MGK ve Türk Dış ve Güvenlik Politikalarının Sivilleşmesi MGK’nın konumu ile ilgili değişiklikten sonra Türk dış ve güvenlik politikalarının oluşturduğu mimaride değişim için bir fırsat ve hatta zorunluluk ortaya çıkmaktadır. Ancak bu fırsat doğru değerlendirilmezse mevcut durumdan kötü bir noktaya gidilebilir. Şimdiki MGK, organizasyon, teknik ve analitik kapasite ve yaklaşım açısından eleştirilecek bir çok yönü olsa da, devletin ortak hafızası, koordinatörü ve bir anlamda ‘think-tank’i olma konusunda önemli bazı fonksiyonları yerine getiriyordu. Yapılan yeni düzenlemeden sonra, hükümet bu boşluğu doldurmak için gerekli olan adımları atmazsa tehlikeli ve hatta hayati sonuçları olabilecek bir kontrolsüzlük doğma riski bulunmaktadır. Çözüm MGK’nın güçsüzleştirilmesi değil, tam tersine güçlendirilmesi ve bu arada sivilleşmesi ve siyasi irade ile daha yakın ve olumlu bir ilişki içine girmesi ve zamanla güvenlik politikalarının sadece uzun dönemli değil günlük olarak da koordinasyonu görevini üstlenmesi olabilir. Öte yandan, Türk dış ve güvenlik politikalarının sivilleşmesi için siyasi partiler, düşünce kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve medyanın dış ve güvenlik politikaları konusunda bilgi üretme, fikir ve politika geliştirme ve uzman yetiştirme konusunda özel, ciddi ve hızlı bir çaba içine girmeleri gerekmektedir. Güvenlik politikaları sadece askerlere bırakılamayacak kadar önemli olduğu gibi bilgisiz, ilgisiz ve hazırlıksız sivillere de bırakılamaz. Bunun şartlarından biri de bilginin daha geniş ve özgür şekilde kamuoyu ile paylaşılması, askerlerin gerek siyasi gerekse teknokrat, akademisyen ve diğer sivil uzmanlarla beraber çalışmaya daha açık olmalarıdır. Şimdi olduğu gibi bilgi ve uzmanlık konusunda askeri kesimin üstün -ve hatta askeri konularda olduğu gibi tekel- olması asimetrik ve son kertede sağlıksız bir durum yaratmaktadır. Askerler de, daha bilgili ve ilgili sivil muhataplarla çalışmaya başladıkça üzerlerindeki fazla ve bu nedenle de sağlıksız yük azalacağından bu durumdan memnun olmaları gerekir . Hükümet, bir ihtimal, MGK Genel Sekreteri’nin bir kez daha asker olmasına bir şekilde askerlerden gelen baskı sonucunda karar vermiş olsa da, aslında bu karar teknik ve donanım tam olarak hazır olmadıkları tartışmalı bu geçiş dönemi için isabetli olmuştur. Ancak, bu kararı kendi iradeleri ile değil de askerden gelen baskı sonucu almışlarsa burada yine bir demokratik problem olduğu iddia edilebilir. İdeal ve modern bir MGK hükümete şimdikinden çok daha yakın olmalıdır. MGK ile hükümet arasında bir rekabet, kopukluk ve hatta hasımlık ilişkisi kesinlikle olmamalıdır. MGK Genel Sekreteri sivil ya da asker olabilir ama birinci önceliği hükümete dış ve güvenlik politikalarının oluşturulması ve uygulanmasında yardımcı olmak olmalıdır. MGK Genel Sekreteri’ni bizzat ve hiçbir etki altında kalmadan ve sınırlamaya tabii olmadan Başbakan seçmelidir. Başbakan, sadece MGK’nın en tepesine değil daha alt kademelere de atama yapabilmelidir. MGK, bürokratik yapısının yanında ve ötesinde, siyasi iradeyi yansıtan bir şekle girmelidir. MGK Genel Sekreteri devletin değil Başbakan’ın, birinci değilse de en önde gelen güvenlik danışmanlarından biri olmalıdır. MGK, Dışişleri, Genel Kurmay ve MİT arasındaki koordinasyonu sağlamalıdır. Şu anki MGK’dan faklı olarak kriz yönetimi konusunda liderlik yapmalıdır. MGK, ideal olarak fiziki anlamda da Başbakan’a yakın ve tercihen ‘aynı çatı altında’ yer almalıdır. MGK Genel Sekreteri ile başta Başbakan olmak üzere Dışişleri Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı arasındaki kişisel ilişkiler ve ‘elektrik’ en üst düzeyde olmalıdır. Bu dördü, Türkiye’de alışık olunandan ve beklenenden çok daha sık ve rahat ortamlarda bir araya gelebilmelidir. Bu dördünün arasındaki iletişim kolaylaştırmak için gerekli ileri teknik altyapı (güvenli telefonlar, tele-konferans sistemleri vs) sistemleri biran önce kurulmalıdır. Başbakan ile Genel Kurmay Başkanı’nın toplantıları onlarca kamera tarafından takip edilen bir ‘olay’ ve haber olmaktan çıkıp takip edilemeyecek kadar sık gerçekleşen normal bir alışkanlık haline gelebilmelidir. Hız ve bilgi modern dünyanın başarılı olmak için önemli iki kavramıdır. Örneğin, Dışişleri Bakanı, Washington ziyaretindeki iken diğer üç önde gelen karar alıcı ile her an güvenli şekilde iletişim kurabilecek durumda olabilmelidir. Dış ve güvenlik politikalarının bu en yüksek düzeydeki beşlisinin arasına (Başbakan, Dışişleri Bakanı, Genel Kurmay Başkanı ve MGK Genel Sekreteri, MIT Müsteşarı) zamanla, ama çok da gecikmeden, Savunma Bakanı da eklemlenmelidir. Savunma Bakanlığı makamı törensel bir makam olmaktan çıkarılmalı, siyasi insiyatif göstererek Türkiye’nin savunma politikalarını siyasi tercihlere göre şekillendirebilme kapasitesi ve iradesi ile donanmış olmalıdır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Perşembe, Ağustos 07, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 7 Ağustos Meclis ve Irak’a Asker Gönderme Tartışması Meclis, bazı istisnai durumlar haricinde, dış politika yapılan bir yer değildir ve zaten öyle de olmamalıdır. Kissinger’ın 1970’lerde dediği gibi bir ülkenin 500 tane dışişleri bakanı olmamalıdır. Ama aynı Meclis denetim görev ve yetkilerini dış politika ve güvenlik alanlarında da kullanmaktan kaçınmamalıdır. Irak Savaşı öncesindeki tezkere ve şimdi de bu ülkeye asker gönderme tartışmaları Parlamento’nun dış politikada şimdiye kadar gerçekleşenden daha öte ve aslında gecikmiş rolünü oynama konusunda fırsatlar yaratmaktadır. Demokrasilerde Parlamento dış politikanın tartışılması için önemli bir platformdur. Dış politika konusunda Meclis Hükümetle bir hasımlık ilişkisine girmemeli ama denetim yetki ve görevini yapmak için gerekli girişimlerde bulunmaktan kaçınmamalıdır. Yürütme ve bürokrasi, Parlamento tarafından takip edildiklerini ve ona hesap verme zorunda olduklarını bilirlerse performansları bundan olumlu etkilenecektir. Irak’a gidecek keşif heyetinin raporu Meclis üyelerine, ya da en azından Dışişleri ve Savunma Komisyonu üyelerine açıklanmalıdır. Türkiye eğer asker gönderirse, Meclis Hükümet’ten operasyonun gidişatı ile ilgili olarak periyodik ve ayrıntılı rapor istemeli ve 6 ay ya da 1 yıl olarak sınırlandırılması gereken yetkinin Meclis tarafından uzatılması ya da sona erdirilmesi kararında bu raporlar dikkate alınmalıdır. Meclis Dışişleri ve Savunma Komisyonu, Dışişleri ve Savunma Bakanları’nı, Genel Kurmay Başkanı’nı ve hatta Irak’taki Türk Birliğinin komutanı periyodik olarak davet ederek onları sorgulamalıdır. Meclis Dışişleri ve Savunma Komisyonları, Meclis personeline Irak’taki askeri genel durum ve Türk birliğinin faaliyetleri ve karşılaştığı sorunlar hakkında raporlar hazırlatmalıdır. Bu arada Irak’a asker göndermesine karşı olanların argümanlarını realpolitik çerçeveye oturtma konusunda yeterince başarılı olamadıkları gözlemlenmektedir. Bu, asker göndermeye karşı yönde argümanların realpolitik çerçeveye sığmayacak olmasından değil ama bu yönde yeterince zihinsel çaba harcanmadığından kaynaklanıyor olabilir. Bunun sonucunda asker göndermeye karşı olanların duygusal Amerikan aleyhtarı reflekslerle pozisyon aldıkları şeklinde bir görüntü oluşmaktadır. Bunun sonucunda asker göndermeyi destekleyenlerin argümanları belki de tamamen hak etmediği ve olması gerekenden daha fazla bir ‘gerçekçilik’ görüntüsü kazanmaktadır. Kabaca belirtmek gerekirse, Türkiye ABD ile asker gönderme konusunda yaptığı pazarlıkları uzattıkça ABD’den alacağı ödünler artacaktır. Çünkü zaman geçtikçe ABD’nin üstündeki baskı artacaktır. Bu ABD askerlerine yönelik bir süre sonra sayı ve şiddet olarak azalmaya başlasa bile böyle olacaktır. Ülkede bulunan 150 bin Amerikan askeri bir yıla yakın ve hatta bazı durumlarda aşkın zamandır ülkelerinden uzaktadır ve enerji moralleri buna uzun süre daha devam edecek durumda değildir. Bunları söyledikten sonra, Hükümette ve hatta bir parça askeri kesimde 1 Mart’a giden süreçteki gibi uzun ve sıkı bir pazarlık yürütmek için bir istek yok gibidir ve bir tür ‘kondüsyon eksikliği’ olacağı hissedilmektedir. Özellikle Hükümet, bir kez daha aynı riski almak istememektedir. Türkiye, Amerika ile asker gönderme konusunda yapacağı pazarlıklarda, 1) asker göndermenin şekli (zamanlama, süre, gücün büyüklüğü, komuta, coğrafi olarak yetki alanı, lojistik, maliyetlerin karşılanması), 2) asker göndermenin karşılığında ‘masada yer alma’ya tekabül eden Konsey’in yapısı, nüfus sayımı, parlamento seçimi ve Irak’lılara yetki devrinin takvimi, Irak ordusu, anayasa, ihaleler, ticaret gibi konularda söz sahibi olma ve 3) PKK, Kıbrıs (KKTC’nin tanınmasının önündeki engeller kaldırmak?), IMF ve ABD kredileri gibi genel veya ikili meselelerde Türkiye’nin talepleri olabilecektir. Ancak bu taleplerin hepsinin gerçekleşmesi mümkün olamayacağı için bunlar arasında bir hiyerarşi oluşturulmalıdır. Türkiye, eğer asker gönderirse bunun karşılığında gerçekten de ABD’den bir şeyler isteme hakkı ve gücü kazanabilir. Ancak bunlar sınırsız olmayacağı için Türkiye masaya koyacaklarında değilse bile ısrarcı olacaklarında seçici olmak zorundadır. Türkiye olabildiğince az nüfuslu ve küçük bir coğrafi bölgede tek başına sorumluluk sahibi olmalı, bu bölgeye olabildiğince çok sayıda asker göndermelidir. Rand Corporation’ın yaptığı yeni bir araştırmaya göre bu tür operasyonlarda asker sayısı arttıkça verilen kayıp sayısı azalmaktadır. ‘Çok sayıda asker göndermeyelim’ derken gönderilen askerlerin güvenliğini riske atmış olabiliriz. Bu arada, asker göndermek için Irak Konseyi’nin daveti şartının koşulması bir yönüyle anlaşılır olsa da bu öneri de bazı sorunlar vardır. Türkiye Konsey’in davetini şart koştuktan sonra 1) özellikle etnik dağılım olarak tamamen de memnun olmadığı ve seçilmeyip atandıkları için aslında prensip olarak da çekinceleri olması gereken bu Konsey’in yapısı ile ilgili eleştirilerini dile getirmesini güçleştirecektir. 2) Bu Konsey’in, özellikle Kürt olmayan üyelerinin temsil güçleri ve Türk gücüne sağlayacakları ‘meşruiyet’ tartışmalıdır. Hatta bu Konsey’in yapısı ile problemi olan Iraklılar ve özellikle Sünniler mücadelelerini Türk birliklerine saldırarak gerçekleştirmek isteyebilirler. 3) Kürt grupların önemli bir ağırlığı olan bu Konsey, yine Kürtlerin insiyatifiyle ileride Türk askerinin artık istenmediğini belirtirse Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığını sürdürmesi zorlaşabilecektir. 4) Ayrıca aynı Konsey, halihazırda K. Irak’ta bulunan Türk askeri varlığının çekilmesini isterse, ilk başta onların davetini önemsedikten sonra, bu kez buna karşı çıkmak daha zor olabilecektir. 5) Yine aynı Konsey’in, bir süre sonra, Türk Birliğinin faaliyetleri ve ‘işini nasıl yapması gerektiği’ konusunda bizim arzu etmeyebileceğimiz müdahalelerde bulunma hakkı olduğunu hissedebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Çarşamba, Ağustos 06, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 6 Ağustos Irak’a Barış Gücü / Türkiye-İsrail-ABD Türkiye’nin, Irak’a asker gönderme konusuna yönelik endişelerini korusa, ön şartları olsa ve henüz son sözünü söylememiş olsa da bu yöndeki talebe olumlu cevap vermeye açık olduğu intibası vardır. IMF kredilerinin ödemeleriyle ilgili yeni düzenleme, 1 milyar dolarlık Amerikan kredisi ve PKK ile gelişmeler bu kararı etkileyebilecek yeni faktörler arasında olabilir. Şehir savaşında ve tam olarak pasifize edilmemiş ve yoğun nüfusa sahip yerleşimlerdeki barış koruma ve inşa etme operasyonlarında en önemli unsurlardan biri istihbarattır. Eğer görev alırsa Türk birliklerinin en başlı faaliyetlerinden biri doğru, zamanında ve kullanışlı istihbarat kaynakları geliştirmek olacaktır. Görev alınacak bölgedeki bizden önceki birliklerin biriktirdikleri istihbarattan istifade etme yoluna gidilmeli ama bu bilgi ve kaynaklar tekrar elden geçirilmelidir. Hangi etnik ve dini grubun hangi mahallede yoğun olarak oturduğu, eski Baasçı fedailerin toplandıkları ve saklanabileceği yerler gibi ayrıntılar görevin başarısında çok önemli olabilir. Türkiye, Irak’ta Amerikalılara göre daha başarılı olduğu gözlemlenen İngilizlerin yerel halkla geliştirdikleri ilişkileri iyi etüd etmelidir. Gerçi İngilizlerin nispeten çok daha az saldırıya uğramaları ve az kayıp vermelerinde görev aldıkları bölgede yaşayan Şiilerin 1) Saddam’ın gitmesinden büyük ölçüde memnun olmaları, 2) yeni Irak’ta ne kadar etkin olacaklarına izin verileceği belli olmadığından henüz işgale karşı nasıl tavır alacakları konusunda karar vermemiş olmaları, ve 3) muhtemelen Şiilerin yaşadığı bölgelerin Sünni bölgeleri kadar silahla dolu olamaması gibi nedenleri olsa da, bunda halkla Amerikalılara göre daha rahat, direk ve açık diyalog kurmuş olmalarının da payı olsa gerektir. Türkiye görev alacağı bölgede evlerinde silah olanları zorla silahsızlandırma gibi riskli işlere girişecek midir? Yoksa evlerinde tutmaları şartıyla insanların silahlarını tutmasını kabul mü etmelidir? Eğer Türk askeri Irak’a gönderilirse önemli saldırılara maruz kalmasa dahi yüksek stres altında görev yapacak ve sürekli nereden geleceğini tam kestiremeyeceği bir saldırıya uğrama endişesi yaşayacaktır. Bu nedenle gönderilen birliklerde yeterince sayı ve eğitimde psikoloğun yer alması gerekebilir. Ayrıca Ankara, Türk birlikleri görev yapacağı yerleşim birimlerinin ayrıntılı planlarına sahip olma ve Amerikan uydu teknolojisinden yararlanma konusunda ABD’den garantiler almalıdır. Gönderilmesi düşünülen gücün kontrolüne belli bir alan mı verileceği yoksa ortak bir alanda Amerikan ya da diğer koalisyon üyesi ülkelerin altında ya da üstünde mi görev alınacağı konusu da açıklığa kavuşturulmalıdır. Aynı alanda görev alınırsa yüksek risk ortamında kimin devriye gezeceği, kimin tehlikeli baskınlara gideceği gibi görevlerin paylaşımı konusu koalisyon ortakları arasında anlaşmazlık konusu olabilir. Türk-Amerikan ilişkilerindeki problemler ve iniş-çıkışlara İsrail’in bakışı ne olabilir? Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulması, belli sınırlar dahilinde kalmak şartıyla, İsrail’i rahatsız etmeyecek ve hatta bir parça memnun edecek bir gelişme olabilir. Bu tür bir gelişme Türkiye’nin ABD’deki Yahudi lobisine olan ihtiyacı arttırabilecektir. ‘Aman İsrail kurtar bizi neo-con fillerden!’ Ayrıca, Türkiye ABD’den alamadığı askeri teknolojiyi almak için İsrail’e daha fazla ihtiyaç duyabilecektir. İsrail, Ankara ile Washington’un arasının bozulmasından ancak Türkiye tamamen ABD’den kopar ve başta Araplar olmak üzere Müslüman dünya ile ciddi bir yakınlaşma sürecine girerse rahatsız olabilir ki, böyle bir gelişme, bilinen nedenlerle çok uzak bir ihtimaldir. Türkiye’de, haklı veya haksız şekilde, İsrail’in askeri anlamda Mısır’dan sonra en önemli Arap ülkesi olan Irak’ın bölünmesini ve burada Araplar için yeni bir problem olacak ve dolayısıyla İsrail üzerindeki baskıyı hafifletecek bir Kürt devleti kurulmasını isteyebileceğini düşünenler çoktur. İsrail, bunu istemese bile, Ankara tarafından, bir Kürt devletinin kurulmasına yardım edebileceğinin düşünülmesinde bir sakınca görmeyebilir. Çünkü eğer Türkiye, İsrail’in bir Kürt devleti kurulmasına yardım edebileceğini düşünürse İsrail ile ilişkilerinin iyi olması için ilave bir nedeni daha olacaktır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Salı, Ağustos 05, 2003
Bu mesajı e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız G-ABD 5 Ağustos Colin Powell’ın Ayrılacağı Spekülasyonları Her ne kadar Powell ve Beyaz Saray tarafından yalanlanmış olsa da, Amerikan Dışişleri Bakanı’nın 2004 seçimlerinden sonra görev kabul etmeyeceği haberi önemli görünmektedir. Haberin kaynağı ve sonuçları üzerine farklı yorumlar yapılabilir. Powell’ın ikinci dönemde kendisiyle olmayacağı bilindiği halde tekrar seçilirse Bush’un dış politikada tamamen yeni muhafazakar çizgiye kayabileceği endişesi dile getirilmektedir. Haberi yapan muhabir Glenn Kessler’in geçmişte Powell’a müspet yaklaşan bir çok yazı yazdığı düşünülürse, kaynağın Powell’ın kendisi ya da onun çevresinden biri olması önemli bir ihtimaldir. Haberin kim tarafından sızdırılmış/üretilmiş olabileceği sorusuna en az üç cevap akla gelmektedir: 1) Demokratlar, Bush’un tekrar seçilirse ne kadar tehlikeli ve kontrolsüz olacağını dünyaya ve özellikle de Amerikan seçmenine göstermek için. 2) Yeni Muhafazakarlar, Powell’ın önümüzdeki aylarda Yönetim içinde ve Bush nezdindeki ağırlığını baltalamak için. Gideceği haberinin çıkması, bu doğru değilse bile, Powell’ı ‘topal ördek’ (lame duck) durumuna düşürerek, Yönetim içindeki otoritesini ağırlığını azaltabilir. Hatta bu grup Bush’un kulağına, ‘bak bu gidici, onu fazla ciddiye alma’ ve hatta, ‘”giderim” diye şantaj yapıyor, buna boyun mu eğeceksin’ diye fısıldayabilir. 3) Powell’ın kendisi de önemli ölçüde marjinalleştiği / dışlandığı yönetimden bir anlamda intikam almak için haberi sızdırmış olabilir. Çünkü, Powell olmadan devam edeceği bilinmesi Bush’un seçilme ihtimalini, tahmin etmesi güç bir oranda da olsa, azaltabilir. Powellsız bir Bush, bazı Amerikalılar için daha bir tehlikeli görülebilir. Haberle beraber bunun Yönetim içindeki dengelere – ya da dengesizliklere- yapabileceği etki üzerinde spekülasyonlar başlamıştır. Powell’ın yerine geçmek için şu anda iki önemli aday gözükmektedir, Rice ve Wolfowitz. Wolfowitz’in Dışişleri bürokrasisi ile problemler yaşaması ve hatta bu göreve çok istekli olmaması muhtemeldir. Rice’ın Dışişleri Bakanlığı’na kayması ve Wolfowitz’in Ulusal Güvenlik Konseyi’ne geçmesi önemli bir ihtimal olarak görünse de bu noktada bir problem yaşanabilir: Rice ile Bush arasında samimi bir kişisel ilişki vardı. ‘Entellektüel’ Wolfowitz, bu tür melekeleri çok ileri olmadığı izlenimi veren Bush’la Beyaz Saray’da ‘aynı çatı altında’ nasıl çalışırlar, bu bir soru işaretidir. Bush Wolfowitz’in zekası ve entellektüel kapasitesinden ürkebilir ve kendini çok rahat hissetmeyebilir. Bush’un, zaman zaman problemler çıkarsa da, belli ölçüler içinde kalmak şartıyla, Dışişleri ile Pentagon arasındaki görüş ayrılıklarından aslından memnun olduğu ve Yönetim içinde bir münazara havası olmasının ve günün sonunda kendisinin hakemlik edip karar vermesinin devamını isteyebileceği de iddia edilebilir. Bush, kendi ‘içgüdüleri’ şahinlere biraz daha yakın olsa da, dış politikanın iki önemli kurumunun da şahinlerce yönetilmesine pek sıcak bakmayabilir. Çünkü Bush bu durumun, önüne gelecek politika seçeneklerinin yelpazesini sınırlayabileceği düşünebilir. Bush, şahin bir dış politika izlemek isteyebilir ama buna rağmen Dışişleri’nin Amerikan dış politikasının dünya kamuoyuna satılmasını kolaylaştırdığının farkında olsa gerektir. Her ne kadar Endonezya’da elçilik geçmişi olsa da, Dışişleri Bakanlığı’nın kurumsal bünyesinin Wolfowitz’i kabul etmekte zorlanması mümkündür. Bush’un Dışişlerine ılımlı ve makul muhafazakar çizgisiyle bilinen Richard Lugar gibi tecrübeli bir senatörü getirebileceği de iddia edilmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Pazartesi, Ağustos 04, 2003
G-ABD 4 Ağustos Irak'a Asker Gönderme Üzerine Altı Düşünce - 3 1) Türkiye ABD’nin diğer ülkelerle yaptığı Irak’a asker gönderme müzakerelerini çok yakından takip etmelidir. Söz konusu ülkelerin kamuoyları asker göndermeye nasıl yaklaşıyor, tartışmalar ve müzakereler hangi çerçevelerde gerçekleşiyor, diğer ülkelerin ABD’den genel (BM kararı, Nato vs) ve özel (ekonomik yardım, masrafların karşılanması, lojistik destek, görev alanı, görev süresi, siyasi konularda destek) talepleri neler oluyor gibi sorular takip edilmelidir. Bu ülkelerin Irak’a asker gönderme ihtimallerinin, gönderecekleri asker türü ve sayısın tek tek ne olduğu ve mesela bundan altı ay sonra ABD’nin Irak için başka ülkelerden ne kadar asker toplamış olabileceği hesaplanmalıdır. Bu bilgiler ABD ile yapılacak ve her ne kadar ABD’nin tahammülü olmadığını sinyalini verse de gerçekleşmesi gereken pazarlıklar için gerekli olabilecektir. 2) Ayrıca, Türkiye, Irak’a asker gönderme kararı almadan ve bu yönde söz vermeden önce, kendini bağlamadan, sanki asker gönderecekmiş gibi, şimdiden, Irak’ta görev alabileceği bölgeleri çok ayrıntılı şekilde takibe almalı ve şimdiden bu bölgeler hakkında istihbarat toplamalıdır. Bu istihbarat ve takibin hem nispeten daha az sorunlu bölgelerde görev seçme/isteme/alma, hem de görev başladığında hazırlıksız olmama gibi getirileri olabilir. Hatta Türk askerinin gitmesinden önce Türk askeri ve sivil gözlemcilerinin söz konusu bölgelere gitmesi, toplumsal dokuyu anlamaya çalışmaları, Türk askerinin bölgede nasıl karşılanacağı ve yaşayabileceği muhtemel problemler hakkında hazırlık ve sondaj yapmaları gerekir. Türk askeri bu bölgelere sınırlı ve kulaktan dolma bilginin ötesinde istihbaratla gitmelidir. Türk askerlerine, mesela Türkmen danışmanlar, etnik doku, dil, kültürel semboller ve nüanslar gibi konularda yardım edebilirler. Türk askeri görev alacağı bölgedeki halkla özel ve sıcak bir ilişki geliştirmek zorundadır. Türkiye, bu ülkedeki halkın sempati ve güvenini elde etmek için neler yapabileceği konusunda şimdiden düşünmelidir. Türk askeri, başka bir çok şeyin yanında, ABD ve koalisyon nezdinde bu halkın haklarının avukatlığını yapacağı mesajı vererek sempati kazanabilir. Radyo ve televizyon yayınları da halkla olumlu ilişki kurmanın önemli araçlarından biri olabilir. Şimdiden sorulması gereken bir başka soru da, Türkiye, eğer asker gönderecekse, tercihini şehirlerden mi, yoksa kırsal kesimden yana mı kullanması gerektiğidir. Şehir ortamındaki barış gücü faaliyeti ve gerilla savaşı ile kırsal kesimdeki benzer görevlerin arasında ciddi farklar bulunmaktadır ve Türk ordusunun silah, teçhizat, eğitim ve tecrübesinin hangisine daha uygun olduğu dikkate alınmalıdır. 3) Bu arada Irak’ın geleceği ile ilgili 6 ay, 1 yıl ve 3 yıllık değişik senaryolar hazırlanmalıdır. Bu senaryolar ve bunların gerçekleşme ihtimalleri yaşanan gelişmelere göre sürekli yenilenmelidir. Bu senaryolar (iyimser, kötümser ve muhtemel) Türkiye’nin Irak’a asker gönderip göndermeme kararı sürecinde kullanılabileceği gibi, ayrıca asker gönderilmesi halinde Irak’ta yaşanan gelişmeleri bir perspektife yerleştirmede ve zihinsel bir çerçeveye oturtmada faydalı olabilir ve ‘neredeyiz, nereye gidiyoruz’ sorularını cevaplamada kullanılabilir. 4) TBMM’nin asker gönderme ile ilgili vereceği izin zaman olarak sınırlı (6 ay, bir yıl) olmalı ve gerekirse tekrar yenilenmelidir. Böylece Ankara’ya, Irak’taki durumdan rahatsız olma halinde geri dönebilme imkanı verecek bir mekanizma yaratılmış olabilir. Irak’ta durum kontrolsüz bir hal alırsa ya da ABD ile komuta, yetki vs. konularda problemler yaşanırsa geri çekilmenin olumsuz etkisi bir parça olsun azalabilir (‘görev süremiz doldu, yenilemeden dönüyoruz.’) Böylelikle Washington kendini Türkiye’nin ‘gönlünü hoş tutmak’ zorunda hissedebilir. Türk askeri bölgeye gittiğinde ne olayların ne de ABD’nin ‘rehinesi’ olmamalıdır. Ancak süre açısından sınırlı olarak verilen bu tür bir yetki Hükümeti her altı ay ya da bir yılda bir sancılı olabilecek yeni bir Meclis onayı sürecine sokacaktır. Ayrıca yine bu tür sınırlı bir yetkinin olumsuz başka bir yan etkisi de, Irak’ta koalisyon kuvvetlerine yönelik saldırıları düzenleyenlerin bu altı aylık sürelerin sonuna yaklaşıldığında Türk kamuoyunun ve Meclis’in operasyona olan bakışını olumsuz yönde etkilemek ve onları askeri gücü geri çekmeye yöneltmek amacıyla, Türk askerlerine yapılan saldırıları arttırmaları halinde gerçekleşebilir. 5) Yaklaşan yerel seçimler ve sonbaharda açıklanacak olan AB’nin Türkiye ile ilgili ilerleme raporu hükümetin kararını dolaylı, sınırlı, muğlak ve hatta farkında bile olmadan etkileyebilir. Yerel seçimler baharda yapılacağını varsayarsak, bu seçimlere çok önem veren AKP, tam da bu dönemde gelecek ‘şehit tabutlarının’ seçim sonuçlarını etkilemesinden endişeleniyor olabilir. Ayrıca Hükümet, ABD’den gelen asker talebine vereceği cevabın şeklinin Türkiye’nin AB ile ilişkilerini etkileyebileceğini düşünebilir. Irak’a asker gönderme tezkeresini Meclis’e götürüp reddetmek ile talebi Meclis’e götürmeden reddetmenin, hemen reddetmekle Ekim’e kadar beklemenin ve o zaman reddetmenin ve hatta daha ötesine sarkıtmanın ABD ilişkilere etki açısından farkı olacaktır. 6) Dış politikada büyük fikirler, vizyonlar, ‘yarı-tanımlanmış’ ve üzerinde yeterince düşünülmemiş kavramlar genelde yarardan çok zarar getirmiştir. ‘Strateji’ ve ‘vizyon’ sözcükleri ayrıntılara yeterince hakim olmayan, onlara yeterince kafa yormayanlar ve saygı duymayanlar tarafından sıkça kullanılmaya daha bir müsaittirler. Sadece büyük fikirlerle ve ‘büyük resim’le dış politika yapılamaz. ‘Emperyal vizyon,’ ‘büyük resim’ gibi etkileyici ama içeriği tam açıklanmayan ve tanımlanmayan muğlak kavramlar tek başlarına Türkiye’nin Irak’ta askeri ve insani riskler almasının nedenleri olamazlar. Margaret Thatcher’ın farklı bir kontekstte dediği gibi ‘siz penilere iyi göz kulak olursanız poundlar kendi başının çaresine bakarlar.’ Türkiye somut mikro çıkarlarının kıskanç bir koruyucusu olmalıdır. O zaman ‘stratejik vizyonları’ gerçekleştirmek daha kolay olacaktır. Türkiye’nin ‘şunu ya da bunu yapması vizyonun gereğidir’ diyerek ortaya çıkmak biraz kolaycılığa kaçmak olabilir. Bu, ‘şimdiden maliyetler ve riskler üstlenelim, nasıl olsa bunun karşılığını ileride alırız demektir,’ ki tarih bunun doğru olmadığını gösteren örneklerle doludur. Her ‘acı ilaç’ ille de yararlı olmayabileceği gibi yararlı olan ilaçlar sadece acı olanlardan çıkmaz. Türkiye için Irak’ta doğru olan ille de asker göndermek gibi bir risk ve külfete girmek olmak zorunda değildir. Bu, ‘zaman zaman uzun vade lehine kısa vadeli ödünler verilemez, maliyetler ve riskler üstlenilemez’ demek değildir. Sadece, ‘muğlak, altının ne denli dolu olduğu tartışmalı kavramlar, hayaller ve vaatler uğruna riskler almakta muhafazakar olunmalıdır’ demektir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) Cuma, Ağustos 01, 2003
G-ABD 1 Ağustos Irak’a Asker Gönderme Tartışmaları - 2 Irak’a asker gönderip gönderme kararının Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye’nin Irak politikası, sivil-asker ilişkileri, AKP’nin içinde tartışmalar, PKK terörü, Kürt sorunu, Türk ekonomisi gibi bir dizi önemli konuya değişik derecelerde de olsa etki yapacağı iddia edilebilir. Asker göndermemek doğru karar olacaksa bile bunun Türk-Amerikan ilişkilerine en azından kısa vadede olumsuz etki yapacağı kabul edilmelidir. Asker gönderilmemesi durumunda Türkiye’nin K. Irak’taki askeri varlığı sona ermese bile şekil değiştirmek zorunda kalabilir. Ancak acaba, dolaylı ve paradoksal olarak, aslında K. Irak’taki askeri varlığında yaşanabilecek bu değişim Türkiye için sonuçta hayırlı olabilir mi? Bir kere şu söylenmelidir ki modern savaşın önemli kurallarından biri ‘force protection’ denilen askeri kuvvetlerin güveliğine önem vermektir. K. Irak’ta sayıları az, dağınık ve dost olmayan bir ortamda saldırıya açık ve kendini koruma kapasite ve iradeleri sınırlı ve tartışmalı mevcut askeri yapımız (force structure) bir anlamda başkalarının iyi niyetine terkedilmiş durumdadır. Bu gücün PKK’ya karşı mücadeledeki askeri ve istihbarat getirileri ile maliyeti ve karşı karşıya olduğu risklerin muhasebesi bir kez daha gözden geçirilmelidir. Türkiye asker gönderse bile ‘masada’ oturabilecek mi? ‘Masa’ diye bir şey gerçekten var mı? Kaç tane masa var? Siyasi masa, ekonomik masa, askeri masa? Yoksa aslında tek bir ‘masa’ var ve o da Pentagon’da ve ne yaparsanız yapın bir tür karakter oyuncusu olmaktan öteye gidemiyor musunuz? Başka bir soru da şudur: Türkiye’nin asker göndermesi Irak’ta bizim istediğimiz türden bir istikrarın kurulmasına fark edilir ve takdir edilecek türden bir katkı yapar mı? Yoksa, biz asker göndermesek bile o düzen zaten kurulacak ya da asker göndersek de kurulmayacak olabilir mi? Türkiye asker gönderen onlarca ülkeden sadece biri muamelesi mi görecek yoksa Ankara’nın istediği türden bir ağırlığı da olacak mı? Türkiye’nin Irak’a asker göndermek için acelesi olmalı mı? Bunu kabul etmek istemese de ABD’nin vardır. Şöyle denebilir mi: ‘Karar vermede acele etmeyip olayın derinlemesine tartışalım, ağırdan alalım, hem zaten bu arada Washington’a destek sözü veren diğer ülkelerin katkılarının aslında ne kadar mütevazi ve kendi askerlerini bir an önce geri çekmek isteyen – ve seçim sathına girdikçe daha da çok isteyecek- ABD’nin beklentilerini karşılamaktan sayı, tecrübe ve hatta belki de kalite olarak ne kadar uzak olduğu ortaya çıkınca Türkiye’nin katkısının ‘piyasa değerinin’ artacaktır. Ayrıca muhtemelen ABD her biri mesela bin asker gönderen 10 ülkedense 10 bin asker gönderen tek bir ülkeyi tercih edecektir. Çünkü katkı yapan ülkelerin sayısı arttıkça dil, sosyal ve askeri kültür, silah ve eğitim yapısı gibi farklılıklarından kaynaklanan ‘interoperability’ problemleri artacaktır.’ Gerçi, bunun üzerine de ‘birinci tezkerede de zamanın bizim lehimize olduğu söyleniyordu sonunda ne olduğunu biliyoruz’ denebilir. Bu noktada, Robert Jervis’in de ortaya koyduğu gibi, devlet adamlarının karar alırken geçmişteki benzer olaylarla analojiler kurmaya meyilli olduklarını ve bu analojilerin genel de suni olduklarını hatırlamak gerekebilir. Irak’a asker gönderme kararında Türkiye’deki karar alıcıların en önemli ‘tarihsel’ referansının 1 Mart’taki – nereden bakıldığına göre ‘zafer’ ya da ‘hezimet’ olarak görülen- karar ve ona giden sürecin olması ihtimali yüksektir. 1 Mart ve ona giden süreç hem yakın zamanda gerçekleştiği hem de dramatik öğeler içerdiği için karar alıcıların zihinlerinde önemli, orantısız ve bu nedenle sağlıksız bir iz bırakmış olabilir. 1 Mart’ın kendisinin değilse bile sonuçlarını olumsuz bulanlar o dönemde Türkiye’nin pazarlık sürecinde yaptığı her şeyin yanlış olduğu düşüncesini çekici bulabilirler. Halbuki Türkiye’nin 1 Mart’a giden süreçte yaptığı sıkı pazarlık öz itibariyle doğru olmakla beraber ayrıntılarda, mikro zamanlamada, nüanslarda yapılan hatalar ve belki de düpedüz şansızlıklardan dolayı ‘öyle sonuçlandığı’ iddia edilebilir. Amerikan tarafı özellikle bir kez daha pazarlığa ‘tahammülü olmadığı’ mesajını vererek Türkiye’nin iradesini kırmayı hedefleyebilir. Buna karşılık Türkiye disiplinini kaybetmemelidir. İstikrar gücüne katkı yapılacaksa bu ancak gerekli garantiler, karşılıklar alındıktan sonra olmalıdır. Irak özelinde, Türkiye ile ABD düşman olmayabilir ama bugün gelinen noktada bir tür hasım oldukları artık açık olsa gerektir. Bütün noktalarda değil ama önemli bir çok noktada isteklerimiz, önceliklerimiz ve çıkarlarımız farklı ve hatta çelişkilidir. Bunu söyledikten sonra, şu da kabul edilmelidir ki, aslında ulusal çıkarların her zaman değişmez, yerinden oynamaz şeyler de değildir. Türkiye ile ABD’nin çıkarları iki başkent tarafından da baştan itibaren değişik yorumlanabilir ve ille de bugünkü noktada olmayabilirdik. Bu noktaya gelinmesinde kısmen yanlış anlamalar, karşılıklı iletişim eksiklikleri de rol oynamış olabilir. ABD Vietnam’da tıkanınca, savaşı komşu ülkelere yaymayı bilinçli olarak istemiş ve gerçekleştirmişti. Bu hareketin deşifre edilmesi kolay olmayan psikolojik nedenleri olabilir. Bu nedenlerden biri de dramatik bir şey yaparak kendine hala olayların kontrolünün kendisinde olduğunu gösterme arzusu olabilir. Panikle özgüvenin garip bir karışımının sonucu olan bu hamleyi Irak’ta da görebilir miyiz? Yukarıda da belirtildiği gibi her olay farklıdır ve analojilere karşı hep ihtiyatlı olmak gerekir ve Vietnam’da bahsedilen olayın aynısının Irak’ta da yaşanacağından emin olamayız ama bu örneği hatırlamakta da fayda olabilir. ABD Irak’ta olayların kontrolünü kaybetmeye başladığını hissederse, ki bunu şu an iddia etmek için aslında hala erkendir, Washington’un hareketleri rasyonelliğin epey dışına sürüklenebilir ve savaşı İran, Suriye ve hatta –bu ikisinden farklı bir şekilde de olsa Türkiye’ye bile sıçratmayı ciddi olarak düşünebilir ve buna cesaret edebilir. Bu çok yüksek bir ihtimal değildir ama imkansız da değildir ve bir kenara not edilmelidir. Savaşın komşu ülkelere sıçraması değişik şekillerde gelişebilir: Sıcak takip, gerçek veya abartılı, tartışmalı ya da uydurma kanıtlarla komşu ülkelerin Irak’ta ABD’yi baltalamaya çalıştığının iddia edilmesi, karşı tarafı tahrik edip karşılık vermeye zorlandıktan sonra üzerine çullanılması (belli bir açıdan Süleymaniye olayı bu sınıfa girebilir) gibi şekillerde gerçekleşebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı) |