TurcoPundit

US foreign policy and Turkish-American relations
ajp1914@yahoo.com
Home
Foreign Press Review
Şanlı Bahadır Koç


This page is powered by Blogger. Isn't yours?
Cuma, Ocak 30, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 29 Ocak
Washington Gezisi -2

Başbakan’ın gezisi ile ilgili aşağıdaki türden eleştiriler yapılabilir: Gezide tarz ve pazarlama içeriğin önüne geçmiş görünmektedir. Başbakan Amerikalıların duymaktan memnun olacağını düşündüğü şeyleri sıralamaya diğer önemli bazı konuların iletilmesinden daha fazla önem vermiş gibidir. Başbakan bu gezide “kendi sesinin tınısına aşık olmaya” meyilli bir lider görüntüsü vermiştir. Atak olmak, çözüm ister görünmek, insiyatifi ele geçirmek, “alkışlanmak”, “şirin görünmek” politikanın kendisi değil ancak aracı olabilir. Başbakan’ın Beyaz Saray’da Kerkük ve Türkmenler’den bahsetmemesi ve Irak konusunun yeterince vurgulanmaması bir eksiklik olmuştur. Başkan Bush’un Kürt devleti ile ilgili sözlerini kameralar önünde değil de içeride telaffuz etmeyi tercih etmesine bazı anlamlar yükleyenler olacaktır. Oval Ofis’te Başbakan’dan bir gün önce misafir olan Polonya liderinin yaptığı gibi Erdoğan’ın da ABD’den şikayetlerini direk ve kameralar önünde ifade edebilmesi gerekirdi. Ayrıca PKK konusunda da ABD’nin samimiyetinden şüphe etmeye devam etmek gerekir. Washington’un kendini pek de bağlamadan operasyon için telaffuz ettiği Haziran tarihi de sorunludur. Bilindiği gibi ABD Haziran ayında yetkiyi Iraklılara ve mevcut durum devam ederse Irak geçici Yönetim Konseyi’ne devretmeye kararlıdır. Bu tarihten sonra ABD PKK’ya karşı operasyon yapmak için Iraklı Kürtlerin oldukça etkili olduğu Konsey’den izin almak zorunda olabilir. ABD PKK konusunda ciddi bir adım atmamışken Başbakan Beyaz Saray’da terörle mücadele konusunda ortak olduğumuz şeklinde olaylarla desteklenmeyen bir ifadede bulunmak yerine, uygun bir dille, bu konudaki rahatsızlığı Amerikan tarafına ciddi bir şekilde ifade etmeyi seçmeliydi. Türk tarafının ziyaret öncesinde ABD tarafından gelen fazla şikayetçi ve talepkar bir görüntü çizilmemesi gerektiği konusundaki uyarısını fazla ciddiye aldığı görülmektedir. Ev sahibinin canını sıkacak ifadelerden özelikle kaçınılması bir hata olarak görülebilir.

Kıbrıs’ta ‘hep bir adım önde olmak’ gibi ifadeler kulağa hoş gelse de ileride can sıkıcı
durumlar yaratabilir. ‘Rumları sıkıştırmak’ adına geri dönülmez ya da geri dönülmesi maliyetli adımlar atmamaya dikkat atmak gerekir. Camp David ve Daytonvari formatlar kabul edilmez sonuçlar doğurabilir. Buralarda Türkiye lehine olmayabilecek sonuçlar çıktığında bunlardan kaçmak, buralara hiç gitmemeye göre daha zor olabilir. Türkiye’nin “attığı adımlar” daha önce kabul etmeye yanaşmadığı konuları kabul etmek şeklinde olurken, Rumlar sadece masaya gelmeyi “bir adım” olarak sunabilirler. ABD’deki seçimin Bush’ın Kıbrıs için devreye girmesinde ve sonrasında önemli bir faktör olabileceği düşüncesi çok erken ve kolay göz ardı edilmemelidir. Bu arada Rumlar ilk başta isteksiz gözüküp, sanki anlaşmak istemiyor gibi gözükerek, Türk tarafını blöf yapmaya zorlamayı ve sonra da masaya gelerek Türkiye’ye geri adım atma fırsatı bırakmamayı planlıyor olabilirler. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Ocak 27, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

G-ABD 26 Ocak
Washington Gezisi / Kıbrıs / Kürtler / Sistani

Washington Gezisi

Irak’tan Kıbrıs’a, Afganistan’dan kredilere, Türkiye’deki Amerikan şirketlerinin sorunlarından helikopter ihalesine ve PKK’ya kadar bir çok konunun görüşüleceği Başbakan’ın ABD gezisinden, bu ülke ile ilişkilerde yaşanan krizin geride kaldığı ve “artık eskisi gibi olmasa da” fırtınalı sulardan çıkıldığı şeklinde önemli ama sonuçta genel ve muğlak bir düşüncenin yaygınlaşması dışında somut bir sonuç çıkmaması mümkündür. Washington, örneğin Irak konusunda yatıştırıcı bir tavır alacak ama muhtemelen Türkiye’nin istediği türden garantiler vermeyecek, PKK konusunda da Ankara’nın umduğu türden net tarihler telaffuz etmekten kaçınacaktır.

Kıbrıs

Bir müzakerede anlaşmayı istemeyen taraf olarak görünmemek en basit kurallardan biridir. Fakat, aslında istemediğiniz bir anlaşmaya açık görünmek, bazen olayların gelişimi ile sizi istemediğiniz ve hatta kabullenemeyeceğiniz bir noktada bulmanıza da neden olabilir. Kıbrıs konusunda yeni bir arabulucu istemek, eğer bu oyalama ya da zaman kazanma için yapılan bir adım değilse, yanlış olmuş olabilir. Türkiye Kıbrıs konusunda zaten sınırlı olan siyasi sermayesinin önemli bir kısmını sonuç vereceği şüpheli böyle bir adım için harcamamalıydı. Eğer bu hamlenin arkasında Kıbrıs konusunda ABD’yi AB’ye karşı bir denge unsuru olarak kullanmak gibi bir düşünce varsa buradan bir şey çıkacağını düşünmek de zordur. Bush yönetiminin seçim yılında Kıbrıs’ta Rumları üzecek adımlar atması çok güçtür. Kaldı ki, olur da yeni bir Amerikalı arabulucu devreye girerse bu kez ondan da gelmesi beklenebilecek baskılara direnmek daha da zor olacaktır. Ama eğer Ankara bu isteğinin kabul görmeyeceğini hesaplayarak böyle bir adım attıysa o zaman bu hareketin belki sınırlı da olsa bir getirisi olabilir. Bu hareketle Türkiye Batı’nın Kıbrıs konusunda kendisine adil davranmadığını ama başka nedenlerden dolayı bu durumu kabullendiğini bir şekilde kayda geçirmiş olmaktadır. Örneğin Türk tarafına yapılan baskılar spesifik noktalarda iken Rum-Yunan tarafı sadece görüntüyü kurtarmak ve acele ve inandırıcı olmayan bir adillik duygusu yaratmak için belli konular işaret edilmeden ve bir müeyyide ile tehdit edilmeden ‘sıkıştırılmaktadır.’ Türkiye’de ‘çözümü’ savunan bazı kişilerin başta ambargo olmak üzere yapılan çifte standart ve haksızlıkları dile getirmemeleri inandırıcılıklarını zedelemektedir. Türkiye Annan Planı’nı kabul ederse çok önemli ödünler vermiş ve riskler almış olacaktır. Zamanın aleyhimize işlediğini ve her şeye rağmen bu risklerin alınması gerektiğini iddia etmek mümkün olabilir. Ama bu risklerin varolmadığını söylemek ya da varlığından bahsetmemek doğru değildir. Kıbrıs’ta Türkiye’nin önünde aslında çok açık, kolay ve olumlu seçenekler varmış gibi düşünenler anlaşılması kolay olmayan ve son tahlilde aldatıcı olabilecek bir iyimserlik içindedirler.

Kürtler

Acaba Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin bir tür koruyucusu ve garantörü olması, bunun karşılığında da Kürtlerin bağımsızlıktan vazgeçmesi mümkün olabilir mi? Iraklı Kürtler, uzun vadede bir koruyucuya ihtiyaç duyacaklarsa aslında bunun sadece Türkiye olabileceğini anlamalıdırlar. Iraklı Kürtler Ankara’yı rahatlatırlarsa, Türkiye’nin Irak’ın içinde daha uzun yıllar devam edebilecek anlaşmazlık ve çatışmalarda Kürtlerin yanında olabileceğini görmelidirler. Geçtiğimiz dönemde Türkiye’nin Iraklı Kürtlere, her zaman kendi özgür iradesi ile olmasa da çok önemli destekler verdiğinin unutulmaması gerekir. Türkiye’nin Kürtler konusunda belli bir sertliği olması lazımdır. Ama, Türkiye’de başka bir çok konuda olduğu gibi, bu sertliğin ideal ölçüsünün ne olması gerektiği üzerinde yeterince sağlıklı ve derin bir tartışma yapılmamıştır. Genelde, iyice düşünülmeden ve ayrıntılandırılmadan ortaya atılan tavır, klişe ve refleksler analiz diye sunulmuştur. “Sopa”, fiilen kullanılmadığında bile uluslararası ilişkilerde her zaman önemli enstrüman olmaya devam edecektir. Bunun getirisini ve gerekliliğini reddedenler yanılgı içindedirler. Türkiye’nin yayılmacı, saldırgan ya da bencil değil, sadece, mevcut durumu geliştirerek korumak istemesi; hızlı, şiddetli, kontrolsüz ve ucu açık değişimlere karşı itidal ve muhafazakarlıkla yaklaşması anlaşılması zor olmaması gereken bir durumdur. Iraklı Kürtler son dönemde uluslararası arenada gösterdikleri diplomatik başarıyı Türkiye ile kaçınılmaz olmayan bir çatışmaya girerek ortadan kaldırabilirler. Kürtler, haklı dahi olsalar, “benden sonra tufan” anlayışı ile hayallerinin başkaları için yaratacağı olumsuz sonuçları yok saymamalıdırlar. Türkiye de Kürtlerin makul ölçülere çekilmiş, zamana yayılmış ve diyalog sonucunda ulaşılmış amaçlarına otomatik olarak karşı durmaktan kaçınmalıdır. Bu iki aktörün her konuda anlaşmaları mümkün değilse de şimdi olduğu boyutta bir çatışma yaşamaları kaçınılmaz ya da geri çevrilmez değildir.

Sistani

ABD ne olursa olsun Haziran sonunda yetkiyi Iraklılara devretmekte kararlı görünmektedir. Bunun için gerekirse Sistani’nin istediği direk seçimleri dahi kabul etmeye hazır olduğu düşünülmektedir. Anlaşılan Karl Rove, Amerikan seçimlerine Irak’ta görünüşte de olsa başarı olarak sunulabilecek bir yetki devri ile girmekte ısrar etmektedir. ABD’nin belki bir süre daha Sistani’nin taleplerine direneceği ama Şii lider ısrarını sürdürürse önce kısmi ödünler vereceği ve onlar da yetmezse direk seçimlere razı olacağı görülmektedir. Belki bir parça yanılma ihtimali göze alınarak denilebilir ki, Sistani Başkan Bush’un yeniden seçilme şansını en çok etkileme şansı olan kişilerden biri, belki de birincisidir. Bir işareti ile milyonlarca insanı sokağa dökebileceği ve Bush’un Irak macerasını içinden çıkılmaz bir hale getirebileceği düşünülen Sistani, muhtemelen yaklaşan Amerikan seçimlerinin kendisine çok büyük siyasi imkanlar sağladığının farkındadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 26 Ocak
Washington Gezisi / Kıbrıs / Kürtler / Sistani

Washington Gezisi

Irak’tan Kıbrıs’a, Afganistan’dan kredilere, Türkiye’deki Amerikan şirketlerinin sorunlarından helikopter ihalesine ve PKK’ya kadar bir çok konunun görüşüleceği Başbakan’ın ABD gezisinden, bu ülke ile ilişkilerde yaşanan krizin geride kaldığı ve “artık eskisi gibi olmasa da” fırtınalı sulardan çıkıldığı şeklinde önemli ama sonuçta genel ve muğlak bir düşüncenin yaygınlaşması dışında somut bir sonuç çıkmaması mümkündür. Washington, örneğin Irak konusunda yatıştırıcı bir tavır alacak ama muhtemelen Türkiye’nin istediği türden garantiler vermeyecek, PKK konusunda da Ankara’nın umduğu türden net tarihler telaffuz etmekten kaçınacaktır.

Kıbrıs

Bir müzakerede anlaşmayı istemeyen taraf olarak görünmemek en basit kurallardan biridir. Fakat, aslında istemediğiniz bir anlaşmaya açık görünmek, bazen olayların gelişimi ile sizi istemediğiniz ve hatta kabullenemeyeceğiniz bir noktada bulmanıza da neden olabilir. Kıbrıs konusunda yeni bir arabulucu istemek, eğer bu oyalama ya da zaman kazanma için yapılan bir adım değilse, yanlış olmuş olabilir. Türkiye Kıbrıs konusunda zaten sınırlı olan siyasi sermayesinin önemli bir kısmını sonuç vereceği şüpheli böyle bir adım için harcamamalıydı. Eğer bu hamlenin arkasında Kıbrıs konusunda ABD’yi AB’ye karşı bir denge unsuru olarak kullanmak gibi bir düşünce varsa buradan bir şey çıkacağını düşünmek de zordur. Bush yönetiminin seçim yılında Kıbrıs’ta Rumları üzecek adımlar atması çok güçtür. Kaldı ki, olur da yeni bir Amerikalı arabulucu devreye girerse bu kez ondan da gelmesi beklenebilecek baskılara direnmek daha da zor olacaktır. Ama eğer Ankara bu isteğinin kabul görmeyeceğini hesaplayarak böyle bir adım attıysa o zaman bu hareketin belki sınırlı da olsa bir getirisi olabilir. Bu hareketle Türkiye Batı’nın Kıbrıs konusunda kendisine adil davranmadığını ama başka nedenlerden dolayı bu durumu kabullendiğini bir şekilde kayda geçirmiş olmaktadır. Örneğin Türk tarafına yapılan baskılar spesifik noktalarda iken Rum-Yunan tarafı sadece görüntüyü kurtarmak ve acele ve inandırıcı olmayan bir adillik duygusu yaratmak için belli konular işaret edilmeden ve bir müeyyide ile tehdit edilmeden ‘sıkıştırılmaktadır.’ Türkiye’de ‘çözümü’ savunan bazı kişilerin başta ambargo olmak üzere yapılan çifte standart ve haksızlıkları dile getirmemeleri inandırıcılıklarını zedelemektedir. Türkiye Annan Planı’nı kabul ederse çok önemli ödünler vermiş ve riskler almış olacaktır. Zamanın aleyhimize işlediğini ve her şeye rağmen bu risklerin alınması gerektiğini iddia etmek mümkün olabilir. Ama bu risklerin varolmadığını söylemek ya da varlığından bahsetmemek doğru değildir. Kıbrıs’ta Türkiye’nin önünde aslında çok açık, kolay ve olumlu seçenekler varmış gibi düşünenler anlaşılması kolay olmayan ve son tahlilde aldatıcı olabilecek bir iyimserlik içindedirler.

Kürtler

Acaba Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin bir tür koruyucusu ve garantörü olması, bunun karşılığında da Kürtlerin bağımsızlıktan vazgeçmesi mümkün olabilir mi? Iraklı Kürtler, uzun vadede bir koruyucuya ihtiyaç duyacaklarsa aslında bunun sadece Türkiye olabileceğini anlamalıdırlar. Iraklı Kürtler Ankara’yı rahatlatırlarsa, Türkiye’nin Irak’ın içinde daha uzun yıllar devam edebilecek anlaşmazlık ve çatışmalarda Kürtlerin yanında olabileceğini görmelidirler. Geçtiğimiz dönemde Türkiye’nin Iraklı Kürtlere, her zaman kendi özgür iradesi ile olmasa da çok önemli destekler verdiğinin unutulmaması gerekir. Türkiye’nin Kürtler konusunda belli bir sertliği olması lazımdır. Ama, Türkiye’de başka bir çok konuda olduğu gibi, bu sertliğin ideal ölçüsünün ne olması gerektiği üzerinde yeterince sağlıklı ve derin bir tartışma yapılmamıştır. Genelde, iyice düşünülmeden ve ayrıntılandırılmadan ortaya atılan tavır, klişe ve refleksler analiz diye sunulmuştur. “Sopa”, fiilen kullanılmadığında bile uluslararası ilişkilerde her zaman önemli enstrüman olmaya devam edecektir. Bunun getirisini ve gerekliliğini reddedenler yanılgı içindedirler. Türkiye’nin yayılmacı, saldırgan ya da bencil değil, sadece, mevcut durumu geliştirerek korumak istemesi; hızlı, şiddetli, kontrolsüz ve ucu açık değişimlere karşı itidal ve muhafazakarlıkla yaklaşması anlaşılması zor olmaması gereken bir durumdur. Iraklı Kürtler son dönemde uluslararası arenada gösterdikleri diplomatik başarıyı Türkiye ile kaçınılmaz olmayan bir çatışmaya girerek ortadan kaldırabilirler. Kürtler, haklı dahi olsalar, “benden sonra tufan” anlayışı ile hayallerinin başkaları için yaratacağı olumsuz sonuçları yok saymamalıdırlar. Türkiye de Kürtlerin makul ölçülere çekilmiş, zamana yayılmış ve diyalog sonucunda ulaşılmış amaçlarına otomatik olarak karşı durmaktan kaçınmalıdır. Bu iki aktörün her konuda anlaşmaları mümkün değilse de şimdi olduğu boyutta bir çatışma yaşamaları kaçınılmaz ya da geri çevrilmez değildir.

Sistani

ABD ne olursa olsun Haziran sonunda yetkiyi Iraklılara devretmekte kararlı görünmektedir. Bunun için gerekirse Sistani’nin istediği direk seçimleri dahi kabul etmeye hazır olduğu düşünülmektedir. Anlaşılan Karl Rove, Amerikan seçimlerine Irak’ta görünüşte de olsa başarı olarak sunulabilecek bir yetki devri ile girmekte ısrar etmektedir. ABD’nin belki bir süre daha Sistani’nin taleplerine direneceği ama Şii lider ısrarını sürdürürse önce kısmi ödünler vereceği ve onlar da yetmezse direk seçimlere razı olacağı görülmektedir. Belki bir parça yanılma ihtimali göze alınarak denilebilir ki, Sistani Başkan Bush’un yeniden seçilme şansını en çok etkileme şansı olan kişilerden biri, belki de birincisidir. Bir işareti ile milyonlarca insanı sokağa dökebileceği ve Bush’un Irak macerasını içinden çıkılmaz bir hale getirebileceği düşünülen Sistani, muhtemelen yaklaşan Amerikan seçimlerinin kendisine çok büyük siyasi imkanlar sağladığının farkındadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Ocak 20, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

Unilateralism corrupts, absolute unilateralism corrupts absolutely
Turkish News, May 21, 2002. Şanlı Bahadır Koç – e-mail - ajp1914@yahoo.com

‘Among precautions against ambition, it may not be amiss to take precaution against our own. I must fairly say, I dread our own power and our own ambition: I dread our being too much dreaded . . . We may say that we shall not abuse this astonishing and hitherto unheard of power. But every other nation will think we shall abuse it. It is impossible but that, sooner or later, this state of things must produce a combination against us which may end in our ruin’. Edmund Burke, 18th century British thinker and politician.
-------
The US is increasingly disinclined to use diplomacy, economic aid, international law and multilateral agreements and institutions in its international dealings. And it is also increasingly prone to use military force and economic manipulation. Can aggressive pursuit of hegemony by America be attributed to the international outlook of this administration, or is it an inevitable corollary of Washington’s disproportionate power vis-à-vis other great and middle powers? Americans spend on defense more than the total sum of the next eight great spenders. Eighty percent of global the research and development expenditure on defense is done by the United States. Another thing, more than ten of the fifteen greatest spenders on defense are either American allies or countries on the verge of becoming one. American ‘unipolar moment’ is bound to pass but hegemonists are determined to make it longer. What does America want to do with this immense and unparalleled power? Will America use its power for the interests of ‘the mankind’, or for the general interest of ‘the West’, capitalist system, or some interest groups inside America? Will it establish order and distribute justice, and champion liberty? Alternatively they may want to have their hegemonic cake and eat it, or just to be left alone? According to Harvard’s Kennedy School Dean Joseph Nye, America is unrivalled in military terms, economically on a par with Europe, but bound to be helpless in many transnational issues if it tries to or when it is forced to act alone. Problems like international terrorism, Aids, proliferation of weapons of mass destruction, immigration, failed states and the management and the reform of international financial architecture cannot be handled effectively by America alone.

Bush administration is increasingly seen as rejectionist which declines to be part of institutions or agreements which she does not dominate. To misquote what Bob Dylan said about money, ’hegemony doesn’t talk, it curses’. Beginning of the century president Theodore Roosevelt, who is said to be George W. Bush’s role model, once said that in foreign affairs America should ‘speak softly and carry a big stick’. Today American government is perceived to ‘shout and wave its stick around’. There is huge gap yawning between the rhetoric and practice of American foreign policy. America violates the very principles which itself preaches, such as democracy (Venezuella), free-trade (steel-tariffs, sanctions), human rights and rule of law (detention of hundreds of foreign citizens without a court decision), transparency (the whole Enron mess, which is only the tip of the iceberg according to informed observers like Paul Krugman). All these combine to weaken the moral leg of the US hegemony. But there is more than one America. As Jack Straw recently pointed out America is not only a country but a continent. ‘It contains multitudes’. George W. Bush’s America is not the only and inevitable America. It may produce a more benign and considerate foreign policy.

There are different and not necessarily mutually exclusive explanations of American unilateralism: a) it is powerful and it can afford to disregard criticism, b) it merely uses its right to defend itself and its interests, if the others disagree, sorry for them. c) its values and interests are no longer similar or even parallel with others’, even with Europe, d) its foreign policy hijacked by a radical conservative group, e) any state which accumulates so much power would be inclined to act unilaterally and it is inevitable that power corrupts and breeds arrogance f) it is not only America that is unilateralist, every state does it in its own capacity, and unilateralism should not be used pejoratively. For instance, France might easily be a much more notorious hegemon than America. American unilateralist policies and decisions are criticized because they are a) selfish, b) employed without much consultation with or even notification to others, c) contradict some of America’s own ideals, d) they are seen as ‘the shape of things to come’: an uncontrolled giant which refuses to account for its actions.

Balancing America

If the hegemon begins to act only on its self-interest rather than the ‘common good’ what should and will the ‘vassals’ do? Power, it is generally held, is an aphrodisiac. Everybody wants to be with the powerful, it is said, or, at least not, against it. But this view needs to be qualified. Although band-wagoning is rather a more general tendency among the middle and lesser powers, great powers tend to balance the hegemon in fear of not being swallowed. It is not inevitable but increasingly likely that a collective effort to ‘contain America’ is in the offing. What can the outside world do in a meaningful way to make America more accountable? American power can be balanced in different ways. It can be done one by one, on ad hoc, issue-base. Balancing can be a coordinated effort, or it may be reflexive and intuitional. It may be without a definite shape till probably in the mid-to long term. It will probably be a limited process and almost certainly be a diplomatic one. What is the possible range of American response? America may ‘pretend not to hear’ and try to ‘divide and lead’. Will it try to punish and deter attempts at balancing of its power? What will be price of balancing America for individual countries?

Are American and European interests diverging or is it just misunderstandings and clumsiness of politicians and diplomats that cause such a furor? During the Cold War the distinction between American and European interests, so far it existed, was blurred. No more. Europeans are increasingly unsure about whether American hegemony will look after their interests as well. They are increasingly conscious of their different world outlook, values and interests. Some people even began to talk about a ‘clash of civilizations’ between Europe and the United States. British diplomat David Clark writes that relations ‘between Europe and America increasingly do involve zero sum calculations.’ Europeans are ever alert to the caprices of excessive power. They claim that American power should be checked, balanced, regulated, constrained and even contained diplomatically. They want it to be more predictable and accountable. Europe is an ideal candidate to balance America but it lacks some very tangible assets to do it alone. It can lead and motivate others against the American hegemony in international forums. Europe is the only plausible candidate for the leadership of the balancing of the American power. It has the history, intellectual capability and the relative ability to act on a global scale to be the intellectual leader and the spokesman of those who are not entirely happy with the workings of the American power. But one question is not yet clear: Is it because of a global sense of responsibility or a more selfish instinct and fear of being left out of the fruits of American hegemony that the Europe opposes American unilateralism?

Is the world against America’s excessive power or America itself? Is it America that makes other uneasy, or the power itself? European friends of Washington may still prefer American hegemony to the uncertainties of multi-polarity, provided it is benign, polite and considerate. In a multi-polar world Europe has to look after its own defense, which seems the Old Continent is not yet prepared to shoulder. In terms of defense, Europeans still seem to want to have their ‘free-rider’ cake and eat it. The fact that unilateralism has become a reflex and a habit alarms the Europeans. European Union, being a supra-national organization, is more inclined and better equipped to compromise than the United States. Also, Europeans, having ‘ruled the waves for centuries’, cannot stand American immaturity, simplicity, arrogance and the lack of sophistication, nuance and finesse required in a great power. Like many stereotypes perhaps they are not entirely wrong. However, American conservatives claim that it is easy to criticize America in comfortable European welfare states which refuse to pay for their defenses when it is America who does the dirty work of managing the global economy, securing the Middle Eastern oil, containing China and fighting terrorism. They continue to claim that foreign policy is not social work which, according to them, is the only thing Europeans indulge themselves to clean their conscience of their colonial guilt. They held that America bashing has become, and perhaps it always has been, a favorite hobby of the European intellectuals who do not have any sensible subject to ‘discourse about’ since the collapse of communism, thanks mainly to American efforts.

Even in those cases Americans think they act for the common Western interests, as in the case regime of change in Iraq, or for humanitarian purposes, as in the case of Bosnia and Kosovo, they still feel constrained and obstructed by the Europeans through legalisms. Hence a la carte multilateralism, which basically means 1) specific coalitions for specific tasks only to be dissolved by America when it deems them no longer necessary for its own purposes. But corollary of this is that institutions like Nato may suffer from such an approach. Long-time allies may feel themselves as second fiddles and fig-leaves in the American drive for dominance. They may feel themselves to be called and remembered only when they are needed. 2) Adhering to international treaties and institutions when it suits American interests, but going alone when its price exceeds the benefits (Kyoto), or urgent action is needed, with the faithful (Turkey?), or those who are ready to attend the posse (Afghanistan and Gulf War). Americans seems to think that they can handle the war on terrorism without much help and interference from the Europeans. They think they can assemble and then dissemble coalitions to fight for specific causes. They want to dominate those coalitions. They cannot stand European self-righteousness, or being contained in ‘claustrophobic’ alliances. They want the American Gulliver to be freed from the binding entanglements. But through all this NATO may to lose a great deal of its raison d’etre. It dangerously courts being irrelevant in the future. It may die through non-usage, and an overdose of American unilateralism. As Washington Post columnist Stephen Mallaby reminds, ‘alliances cannot withstand endless mutual acrimony, however deep their roots are’.

It is understandable and even perhaps inevitable that states who accumulated so much power as the United States are unilateralist in some form or another. It is in the nature of power that it makes people want more of it. But it is claimed that American unilateralism is problem because it is arbitrary, capricious and shapeless. Europeans desire to domesticate American hegemony through binding treaties, international institutions and the norms of international law. Hegemons, as part of an unspoken deal, are expected to provide ‘public goods’ and provide some sort of order, continuity, predictability and solvency in the international system, both economically and politically. When they refrain from shouldering their responsibilities, it is inevitable that their authority will be questioned. Lawrence Summers’ claim that America is the ‘first non-imperialist superpower’ sounds less true by every passing day. Some of the obvious but not much talked about advantages of being a hegemon in the international system, such as the role of the dollar as an hitherto unchallenged reserve currency, controlling the Middle east oil, defining the rules and boundaries of legitimacy and sovereignty may be called into question.

Conclusion

There are at least two reasons for objecting American unilateralism, especially when it becomes a habit. First, because America is so big and powerful, the negative consequences of its unilateral actions felt by others is incomparably greater than, say, French unilateralism. America is likened to a fat lady in a crowded elevator, even tough she is not rude or inconsiderate, her mere movements can cause a lot of discomfort in the others who happened to share the elevator. Because it is so powerful, some of its actions inevitably cause problem for other states even when they are not intended to do so. It is not easy let alone possible for such a great power to act evenhandedly all the time. Second, by making unilateralism the norm of its foreign policy the United States risks forfeiting the legitimacy of its hegemony. The gap between the American interests and values on the one hand, and the interests and sensibilities of the rest of the world on the other, are increasingly widening. Does American statesman willing to make their interests more in line with global concerns? Unilateralist conservatives seems to disagree. Unlike Clinton liberals, they concede that American national interests and the global or even collective Western interests are not necessarily the same, similar and in some cases even compatible. They sometimes ask: If we will not able to have our way, what is the point of being the hegemon?

Even if America convinces others that its hegemony is benign, there is always the danger that so much power can easily be hijacked by some offensive minded hegemonists who want power for its own sake or to promote their own sectarian interests. To misquote Lord Acton, ‘unilateralism corrupts, absolute unilateralism corrupts absolutely’ Does American hegemony threaten European interests? If American power continues to be unchallenged it could be inclined to disregard its European cousins. Perhaps what we are witnessing is merely the birth pain of a European common identity and a less asymmetric transatlantic relationship. There are many respected students of transatlantic relations which claim that it is just a family quarrel and a normal disagreement among countries who have similar interests. All those ‘name-calling’, ‘finger-pointing’ and ‘trash-talking’ suits more to spoilt NBA players than responsible great and superpower allies. It is not clear how the transition from the ‘unipolar moment’ to multipolarity may come about. It can happen not with a bang, but a whimper. It can be done in such a silent and subtle way that we may not even notice it.


Pazartesi, Ocak 19, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 19 Ocak
Kerkük / PKK / Türk-Amerikan İlişkileri / Sistani

Kerkük’ün statüsün 2006’ya bırakılması burada askeri anlamda üstün olan Kürtlerin şehri adım adım Kürtleştirmek için zaman kazanmaları anlamına gelebilir. Bu süre zarfında yavaş yavaş şehre – ya da çevresine- getirecekleri Kürtlerle beraber sayım ya da seçim zamanı geldiğinde sayısal olarak dengeleri değiştirebilecek bir nüfus yapısına ulaşabilirler. Olaya bir de Kürtler açısından bakmak gerekirse, acaba onlar da Saddam döneminde bölgeden göç etmeye zorlanan Kürtlerin haklarının nasıl geri iade edileceği konusunun ancak oldu-bittilerle halledilebileceğini, aksi halde hukuki yolların geç, etkisiz ve yetersiz olacağını düşünüyor olabilirler mi? Türkiye’nin Saddam döneminde yerlerinden edilmiş Türkmenlerle beraber Kürtlerin haklarını da savunması, bu problemin çözümü için hızlı ve etkin şekilde sonuç verecek mekanizmaların kurulmasına yardımcı olması düşünülebilir. Ancak öte yandan da şehir ve çevresindeki nüfus hareketlerinin uluslararası gözlemciler tarafından izlenmesi gerekir.

PKK

PKK konusunda ABD harekete geçmek için Mayıs-Haziran’ı beklemeye – hem o zamanın da nihai olacağına dair bir yükümlülük altına girmeden ve hatta işaret vermeden - karar vermiş görünmektedir. Türkiye Washington’a askeri harekata girişmiyorsa bile PKK’ya yönelik uyarıların dozu ve sıklığını arttırması, bunu PKK kamplarının yakınlarına sınırlı ve sembolik hava bombardımanları gibi eylemlerle desteklemesi, bu konuda Türkiye ile istihbarat işbirliğini ve Kürt liderlere yönelik polisiye operasyonları arttırması, örgütün askeri kamplar dışındaki faaliyetlerini zorlaştırması ve hatta engellemesi, değişik propaganda yolları ile örgüt mensuplarını Türkiye’deki yasadan istifade etmeye yönlendirmesi gibi konularda baskı yapması gerekir. Bunlar olmazsa ne PKK üyelerinin teslim olması, ne de gündemin yetkilerin Iraklılara devri tartışmasıyla yüklü olacağı Haziran geldiğinde ABD’nin PKK’ya bir harekata girişmesi beklenebilir. Ancak bu arada şu ihtimal üzerine de düşünülmelidir: PKK’nın Irak’tan sürülmesi ama silahlı militanlarının Türkiye’ye teslim olmak için değil eylem yapmak ya da en azından kırsal alanlarda, belki terör eylemlerine başvurmadan ama kapasitelerini koruyarak “dolaşmaları” durumunda bu Türkiye açısından yeni problemler yaratabilir. Türkiye açısından arzulanırlılık olarak bir sıralama yapmak gerekirse örgüt üyelerinin teslim olmaları, yok edilmeleri, bölgede silahsızlandırılmaları, yerlerinde aynen kalmaları, Türkiye’ye gelip teröre başlamadan ama teslim de olmadan potansiyel bir tehdit olarak kalmaları ve Türkiye’ye gelip teröre başlamaları gibi ihtimallerden bahsedilebilir. Şu an uzak bir ihtimal olsa da, Türkiye tek başına ya da başkaları ile beraber Irak’a askeri olarak müdahale etme ihtimali gündeme gelirse, PKK askeri bir faktör olarak ortaya çıkabilir.

Türk-Amerikan İlişkileri

ABD’nin Türkiye’den global ölçekte kıyaslanmaz, ikili ilişkilerde de ciddi derecede güçlü olduğu doğrudur. Ancak yukarıdaki asimetrilerden ikincisini yüksek sesle kabul etmekte çok hazır ve aceleci olmak, karşı taraftan talep edebileceklerimizin azalmasına neden olabilir. Aradaki asimetriyi ilişkinin merkezine oturtmamak gerekir. ABD’nin Türkiye’den kat kat güçlü olması aradaki pazarlıkların da aynı oranda ve sıklıkta ABD lehine çözülmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir çok konuda pazarlığın sonucunu belirleyen faktörler aradaki güç dengesi ile sınırlı değildir. Durumsal güç (situational power), diplomatik kabiliyet, kamuoyu desteği, konuların zayıf taraf için daha hayati olması ve dolayısıyla sorunun kendi istediğine yakın bir şekilde çözümlenmesi için daha fazla çaba, zaman ve siyasi sermaye harcamaya istekli olması gibi faktörler ittifak içindeki pazarlıklarda zayıf aktörlere somut güçlerinin ötesinde sonuç alma imkanı verebilir. Burada daha önce de ifade edildiği gibi, görülebilir gelecekte Türkiye dahil bütün devletlerin en önemli dış politika meselelerinden biri, belki de başlıcası, ABD ile en optimal nasıl “iş yapılacağı” olacaktır. Burada gösterilecek maharet devletlerin dış politika başarı ve başarısızlıklarının en önemli belirleyicilerinden bir olacaktır. Çıkarları birbiriyle en uyumlu aktörler arasında bile bir pazarlık sürecinin işlediğini ve Türk-Amerikan çıkarları arasındaki uyumun artık yakın zamana değin genelde kabul gören kadar olmayabileceğini unutmamak gerekir.

Sistani uluslararası gözlemcilerin yapılması

ABD, oy listelerinin, nüfus sayımının, seçimlerin yapılması için gerekli olan güvenliğin sağlanması önündeki engel ve problemlerin Haziran’a kadar ortadan kalkmasının mümkün olmadığını iddia ederken, Şiiler’in yapılacak direk seçimleri kazanacak olmasının Washington’un asıl korkusu olduğu düşünülmektedir. Acaba seçimler şimdi değil de 2006’da yapılırsa durumun farklı olması düşünülebilir mi? Aradaki dönemde Şiiler arasındaki çelişkiler arttırılarak bu yönde çaba harcanabilir mi? Yoksa sadece bu “kabusun” olabildiğince geriye ve tabii 2004 ABD seçimleri sonrasına atılması mı istenmektedir? Başkan Bush Amerikan seçimlerinden önce Irak’ta yönetimi Iraklılara devrederek seçmenlere bu ülkede “elde edilen başarıyı” iftiharla sunmak istemektedir. Irak’ta seçimlerin direk yapılmasının önünde özellikle Sünni bölgelerinde ciddi güvenlik problemleri olsa da, diğer bölgelerde bunun belki birkaç ay gecikmeyle mümkün olduğu düşünülebilir. Sistani gibi Şiiler, Irak’ta yönetimin ABD’nin kendi eliyle seçtiği – ya da en azından sıkı bir veto mekanizması işleteceği- süreçten sonra ortaya çıkacak kişilere devriyle beraber, bu yeni grubun iktidarın nimetlerini ve zorlama mekanizmalarını kullanarak Şiilerin etkinliğini azaltacağından korkmaktadır. Ara bir yol bulunması henüz imkansız değildir. BM liderliği ikna edilerek bu kurumun şimdiye kadar çok önem verilmeyen meşruiyeti ve personeli vasıtası ile dolaylı seçim mekanizmasını daha açık ve Sistani tarafından kabul edilir hale getirme çabası sonuç verebilir. Ayrıca Sistani’nin diğer tüm şıkları tüketmeden koalisyonla sonucu tahmin edilemeyecek direk bir çatışma sürecine girmek istemeyebileceği düşünülebilir. Ancak Sistani’nin Sadr gibi diğer Şii liderlerin baskısı altında olduğu ve Şiiler arasında popülaritesini korumaya çalışacağı için Amerikalılar’a sonsuz bir kredi veremeyeceği de ortaya çıkmaktadır. Irak’ta değişik gruplara arasında şimdiye kadar bir parça ertelenmiş güç mücadelesi ve “köşe kapma” sürecinin artık başladığı söylenebilir. Bu süreçte bir ölçüde Kürtler dışındaki gruplar merkezi bir liderlik sahibi olmadıkları gibi, bu grupların siyaset yapma tecrübe ve becerileri ve gerekli uzlaşmaları yapabilecek kültürel altyapıya sahip olup olmadıkları belli değildir. El Hekim’e yapılana benzer sahipsiz suikastlerin gerçekleşmesi bu süreci daha da zorlaştırabilir. Irak’ta ne olacağını anlamak için 20-30 yıl öncesinin Lübnan’ı ile ilgili kitapları karıştırmanın gerekeceği bir döneme giriyor olabiliriz. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Ocak 16, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 16 Ocak
Şiiler, Kürtler / İncirlik

Türkiye’nin Irak’ın alacağı şekille ilgili tercihleri şöyle özetlenebilir: Üniter Irak, o olmazsa 18 vilayet üzerinden bir federasyon, o da olmuyorsa Kerkük Kürt bölgesi dışında bırakan bir federasyon ve petrol gelirleri ile ordunun Bağdat’a bağlı olması, yerel paramiliter güçlerin dağıtılması ya da çok az rakamlarla sınırlandırılması, bölgelerin Irak’tan ayrılmasına karşı anayasada ciddi engeller konması. “Eğer sonunda federasyona razı olacaksak bunu neden hemen yapmıyor ve Kürtlerle gerekli olmayan bir gerginlik yaşıyoruz?” sorusunun cevabı bunun bir pazarlık olduğudur. Türkiye sonunda federasyona razı olacaksa bile bunu çok önceden belli etmemelidir. Şu an gündemde çok önde yer almamakla beraber yeni Irak’ta dinin siyasi hayatta oynayacağı rol konusunda Ankara’nın bu rolün sınırlı olması yönünde bir tercih olduğu düşünülebilir. Türkiye sınırlarında yeni bir İslam devleti görmek istemeyeceği gibi, bu yönde gelişmelerin bir Kürt devleti kurulma ihtimalini arttıracağından da çekinmektedir. ‘Şii tehdidi’ ya da ‘Şii korkusu’ Türkiye açısından paradoksal anlamlar taşımaktadır. Bu endişe bir yandan ABD – ve belki İsrail’e- Irak’ı bölmemek- ya da bölünmesini engellemek- için yeni bir neden verirken, öte yandan da Kürtlerin ayrılma konusundaki motivasyonlarını ve belki de haklılıklarını arttırabilecek bir faktör olabilir.

Kürtler “Şii fundamentalizmini” bahane göstererek Irak’ın entegre bir parçası olmaya zorlanamayacaklarını öne sürebilirler. ABD, Kürtler ayrıldığında kendi açısından Irak’ın geri kalanını kontrol etme kapasitesi iyice azalacağı için bir yandan Kürt devletine karşı dururken, öte yandan da, kendi içinde, Kürt davasına sempati duyanlar, Kürt devletini Amerikan ve İsrail çıkarları açısından münasip görenler ve buna öncelik verenlerin yönlendirilmesi ile bu konuda olması gereken kadar net durmayabilir. Bu arada Ankara’nın, El Hekim gibi Konsey içinde yer alarak Amerikan işgalinin meşruiyetini bir anlamda kabul etmiş olan Şii liderlerin yanında, giderek rolü daha da merkezileşen Sistani ile de diyalog yolunu denemesi gerekebilir. Gerçi Sistani, Amerikalı temsilcilerle bile direk görüşmeyi reddederek kendini bir çeşit gizem perdesinin arkasına gizlemektedir ama bu yönde denemelerde bulunmak ve en azından dolaylı olarak temas kurmaya çalışmak –eğer bu daha önce yapılmadıysa- yanlış olmayacaktır. Sistani ile diyalog, Kürtlerin taleplerine karşı Şii kitlelerin tepkisini, ABD’nin dikkatini çekecek kadar net ama aynı zamanda kontrolsüz olmayacak bir düzen içinde dışa vurmaları konusunda önemli olabilir. Ayrıca böyle bir diyalogla Sistani’ye İslam’ın Irak’ta oynayacağı rol konusunda abartılı ve aceleci taleplerde bulunmanın Kürtlerle ilgili probleme neden olabileceği mesajı da iletilebilir. Türkiye, Iraklı Kürtlerin talepleri ile ilgili endişelerini sadece kendi ağzından ifade etmenin ötesinde, benzer endişeleri paylaşan, ya da paylaşması gerektiği halde ilgisi bu noktanın dışına takılmış grupları da bilgi ve argümanlarla beslemek yoluna gitmelidir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)

İncirlik

İncirlik konusuna birkaç açıdan bakılabilir. i) Milli egemenlik: İdeal olan, kendisine yönelik direk, ivedi ya da potansiyel bir tehdit olmadığı zaman Türkiye’de yabancı üs ve silahlı kuvvetlerin bulunmaması, bulunduğunda da bunların hareketlerinin tamamen kontrol altında, şeffaf, parlamentonun bilgisi ve onayı dahilinde olmasıdır. ii) ABD ile ilişkiler: Irak savaşından sonra Irak’ta Amerika’nın istediği türden bir düzen kurulması durumunda, İncirlik’in rolünün değişeceği ve azalacağı tahmini yanlış değildir. Ancak Irak’taki durum belirsizliğini koruduğu için bu hemen gerçekleşmeyebilir. Başbakan’ın Irak’la ilgili endişe ve şikayetlerini dile getireceği Washington gezisi öncesinde ABD’yi fazla “kızdırmamak” istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak rotasyon için verilen iznin gizliliğini anlamak zordur. Söz konusu olan yüz binlerce asker olduğu için bu iznin hep gizli kalmaya devam edeceğini düşünmüş olmaları da güçtür. iii) Hukuki boyut: İncirlik söz konusu rotasyon gibi faaliyetler için açık ve kontrollü olmak, bir açık çeki içermemek şartıyla kullandırılabilir. Ancak bu izin kontrollü ve sınırlı olmalı, buradan fiili olarak güç kullanılması ihtimalini içermemelidir.

ABD’nin Irak savaşında kullanamadığı Avrupa’daki üs ve kuvvet yapısında değişiklikler planladığı sır değildir. ABD buradaki gücü, 1) kendisine “sorun yaratan” ülkelerden kolaylık gösterenlere, 2) önümüzdeki dönemde temel meşgalesi olacak olan Orta Doğu’ya uzak ülkelerden yakın olanlara, ve belki de 3) ilerideki benzer durumlarda, büyüklüğü ve gücü ile, ABD’ye direnebilecek ve üslerin kullanımı konusunda zorluk çıkarabilecek ülkelerden, bunu yapması daha güç olacak küçük, zayıf ve ABD’ye bağımlılığı daha fazla olan ülkelere kaydırmayı düşünmektedir. Ayrıca ABD bir bölgede tek bir ülkeye bağımlı olmaktansa alternatiflerini çoğaltmayı ve kriz zamanlarında güç konuşlandırmak için “tek bir ata oynamamayı” istemektedir. İncirlik yukarıdaki kriterlere bakıldığında ortalarda bir yerdedir. Ankara Almanya ve Fransa kadar güçlü değilse de 1 Mart’ta ABD’ye direnebileceğini göstermiştir. Ayrıca Ankara’nın bu üssü İran ve Suriye’ye karşı kullandırması ihtimali de düşüktür. Ancak ABD, S. Arabistan’dan askeri olarak çekildikten sonra İncirlik’i de hemen kaybetmek istemeyecektir. Pentagon, İncirlik’i fiili olarak güç projekte etme anlamında değilse bile sadece buradaki varlığı ile kazanacağı bölgesel bir caydırıcılık amacıyla “saklı tutmak” isteyecektir. ABD için İncirlik sadece Güney’e değil, daha sınırlı olmak şartıyla Kafkaslar’a yönelik olarak da düşünülebilecek bir üstür.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Ocak 14, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

G-ABD 13 Ocak
Iraklı Kürtleri Çevrelemek

Ankara’nın İran ve Suriye ile diyaloğu, ABD ile diyaloğun alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. “Dış politikanın yüzde doksanı süreçtir” ve Richard Haass’ın dediği gibi “satrançtan daha çok bir tema üzerine doğaçlama yapılan caza benzer.” Türkiye’nin İran ve Suriye ile beraber Irak konusunda belli hareket etme çabası Washington’un Irak politikası ve bu ülkedeki gelişmelere nasıl bir etki yapabilir? ABD, Türkiye’nin bu iki ülke ile beraber “safları sıklaştırması” ABD’nin hiddetini çekerek onu belki normalde olacağından da umursamaz veya sert bir tutuma mı iter, yoksa Irak’ta Kürtler’e tanıdığı “yarı-açık çeki” geri almasına mı neden olur? Bir görüşe göre “Türkiye'nin ABD siyasetine nüfuz etmek yerine ebedi bir ‘şikayetçiler cephesi’ kurması, Türk dış politikası açısından çok şey ifade etmez.” ABD ve İsrail Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşmasının kendileri açısından bazı mahzurlar ve riskler de içermesine rağmen, aslında net etkisinin olumlu olduğu sonucuna varmış olabilirler. Türkiye ile yaklaşan bir Suriye’nin İsrail’in teröre destek olarak tanımladığı faaliyetlere devam etmesi güçleşecektir. Ancak öte yandan Türkiye ile ilişkileri gelişen bir Suriye İsrail ile anlaşma konusunda kendini daha az baskı altında hissedecektir. Esad’ın İsrail’e yönelik son diyalog önerisi ise muhtemelen daha çok Amerika’nın diplomatik ve İsrail’in geçtiğimiz aylarda artan askeri baskısından kaynaklanmıştır. “Pozisyon almanın tek başına dış politika olmaya yetmediği” doğrudur. Ama Iraklı Kürtlerin talepleri konusunda kesin bir pozisyon almak; bu pozisyonu komşu ülkeler ve Irak içinde potansiyel “müttefiklerle” güçlendirmek; bu pozisyonu moral, siyasi ve teknik gerekçelerle güçlendirmek gerekir. Eğer Kürtler pazarlığı çok yukarılardan açtıysa o halde Türkiye’nin de başlangıcı makul bir noktadan yapması kendi açısından en optimal “açılış” olmayabilir.

Yakında Kürtler tarafından Kerkük’e Kürt bölgesi içinde, Musul’a da Arap bölgesi içinde özel statü veren formüller ortaya atılabilir. Talabani ve Barzani bölgesindeki Kürtler, eğer istiyorlarsa ve becerebilirlerse, Irak’ın içinde tek bir blok olarak yer alabilirler. Ancak Irak’ta kurulacağı düşünülen federasyonun parçalarının her birinin eşit büyüklükte olması gerekmemektedir. Örneğin Amerika’da California, New York ve Teksas eyaletleri diğer eyaletlerden nüfus olarak belirgin ölçüde büyükler. Irak’ın aslında olabildiğince küçük birimlerden oluşması, kendini rahat hissetmediği bölgelerde yaşayan Iraklıların sayısını azalması için imkan sağlayabilir. Irak sadece iki ya da üç bölgeye bölünürse, milyonlarca Iraklı kendini azınlık olarak, güvensiz ve tedirgin hissedecektir. Sadece bu bile federasyonun sadece iki birimden değil, daha fazla sayıda ve daha küçük ebatta parçadan oluşması ve Kerkük’ün Kürt bölgesi dışında kalması için yeterli bir neden olarak görülebilir. Önümüzdeki dönemde Kerkük, Bağdat, Basra merkezli bölgelere ek olarak, Kürt bölgesi, Necef-Kerbala bölgesi, Sünni bölgesinden oluşan altı parçalı formüller gündeme gelebilir. Irak’ın bir çeşit federasyon olacağı büyük ihtimal olmakla beraber bu federasyonunun kaç parça olacağı, bu parçaların sınırları ve merkezle ilişkilerinin şekli bir tür pazarlık sürecinin sonunda ortaya çıkacaktır. “Mevcut trendler devam ederse” Kürtlerin amaçlarına yakın bir sonuca ulaşmaları yüksek bir ihtimal gibi görünmektedir. Bu nedenle Ankara’nın Washington’un dikkatini çekecek yeni bir şeyler bulması gerekmektedir. ABD seçimleri yaklaştıkça Başkan Bush’un Irak’taki duruma ve bunun ABD kamuoyundaki yansımalarına olan hassasiyeti artacaktır. Kürt pozisyonuna fazla yakın ya da müsamahakar olmanın “problem çıkaracağı”, seçim yaklaştıkça bundan kaçınmak isteyecek Başkan Bush’a hissettirilmelidir. Aksi takdirde, Washington, gönlü hoş tutulması gerekenlerin sadece Kürtler olduğu sonucuna vararak onların taleplerini kabul etmeye – zaten baştan öyle değilse bile- daha açık olacaktır. Kürtlere mukayet olunmaması halinde, Türklerin Irak’a askeri dahil müdahalelerde bulunabileceği düşüncesi Bush’un olayın ciddiyetini anlamasını sağlayabilir. Her ne kadar böyle bir şeyin gerçekleşmesi ve buna inanılması güçse de, Türkiye’nin müdahalesi Washington’un seçim yaklaşırken Irak’ta kurduğuna Amerikan halkını inandırmak isteyeceği istikrarın gerçek olmadığı düşüncesinin yaygınlaşması Bush’un Demokrat rakibinin hoşuna gidecektir. Başka konular bir yana, Türkiye savaştan bu yana ABD’nin Irak’la ilgili taleplerine oldukça – bazılarına göre fazlaca- açık olmuştur. “Kırmızı çizgilerin aşılması” ve Süleymaniye olayının Türkiye’nin Irak ile ilgili “hamle yapma” konusunda tüm iradesini tüketmediğini düşündürtecek ama Türkiye’yi kontrolsüz bir tırmanma spiraline de sokmayacak adımlar bulunmalıdır. Kürtlerin taleplerini frenleyecek bölgesel bir diplomatik mimari kurma çabası doğrudur ancak bunun içine somut olarak ne konabileceği sorusu cevabını aramaya devam etmektedir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Ocak 08, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 8 Ocak
Amerikan Ekonomisi

Amerika’nın dünya ekonomisinin sağlığını da tehdit eden ‘ikiz’ (bütçe ve ticaret)
açıkları IMF’yi de tedirgin etmektedir. Başkan Bush, Clinton’dan fazla verir şekilde devraldığı bütçeyi üç sene içinde 450 milyar dolara yaklaşan açık verir hale getirmiştir. 1) Üst üste giriştiği, bir çok uzman tarafından abartılı, eşitsiz ve sorumsuz olarak kabul edilen ve on yıllık bir dönem için toplam 1.3 trilyon dolara tekabül eden vergi indirimleri; 2) dünya toplamının neredeyse yarısına tekabül savunma harcamalarındaki artışlar ve 3) buna ek olarak Irak harekatının 2004 sonu itibariyle 200 milyar doları aşacak maliyeti ve 4) 11 Eylül sonrasında havacılık ve sigortacılık gibi sektörlere yapılan transferler bu açığın en önemli nedenleri olarak görülmektedir. Bush’un gevşek mali politikaları bazı Cumhuriyetçiler tarafından da eleştirilmekte ve Başkan “sarhoş bir denizci gibi para harcamakla” suçlanmaktadır. Amerika’nın bütçe ve ödemeler dengesi açıklarının toplamı geçen yıl için bir trilyon dolar olmuştur. Amerikan ekonomisinin dünyaya borcu bir kaç yıl içinde ekonomisinin yüzde 40’ına ulaşacaktır ki, yeni IMF raporunun da işaret ettiği gibi bu gelişmiş ekonomiler için daha önce rastlanılmış bir durum değildir.

Amerikan ekonomisi yaratıcılık, esneklik ve dinamiklik açısından Avrupa ve Japon ekonomilerinden üstün olsa ve bu ekonomilerin yapısal problemleri de göz ardı edilemeyecek boyut ve şekilde olsa da, dünyanın en büyük ekonomisinin ürettiğinden fazla tüketmeye, sattığından fazla almaya daha ne kadar devam edebileceği sorusu sorulmaktadır. Savaş sonrasındaki doğan Amerikalıların emekli olma menziline girmeleriyle Amerikan sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde toplamı trilyonlarca dolara tekabül eden dar boğazlar yaşanması ihtimali de buna eklenince, bazı ekonomistlerin, Amerika’nın global gücünün en önemli kaynaklarından biri olan doların bu ülkenin ekonomisine ve politikalarına duyulan güvensizlik sonucunda “serbest bir düşüşe” geçmesi halinde bunun önceden tahmin edilmesi kolay olamayan olumsuz sonuçları olabileceğini düşünmeleri daha bir anlaşılır olmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Ocak 07, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 7 Ocak 2004
Irak’ın Komşuları, Türkiye ve ABD

ABD’nin Başbakan Erdoğan’ın Washington ziyareti öncesinde Türk kamuoyuna ilettiği talep ve beklentileri rahatsız edicidir ama kabul edilemez de değildir. Washington’un, Türkiye’nin Irak’la ilgili endişelerini, Amerikan şirketlerinin durumu da dahil bazı konular için kullanmaya hazır olduğu görülmektedir. Burada daha önce de ifade edildiği gibi, eğer Washington’a gidildiğinde adil ve dürüst bir danışma mekanizmasının işletilmesi değil de, sadece ABD’nin talep ve dayatmalarıyla karşılaşılacaksa bu tür gezilerin net getirisinin olumlu olacağından emin olmak zorlaşmaktadır. K. Irak’la ilgili rahatsızlığın hem kısmen nedeni hem de çözümü Washington’dadır. K. Irak konusunda Washington’a şikayetlerde bulunmak ve bunların arkasına –içerik, doz ve tonunun nasıl belirleneceği çok hassas olmakla beraber- bazı tehditler de koymak gerekebilir. Washington’a K. Iraklı Kürtlerin taleplerine sonsuz bir sempati ile yaklaşmanın bazı maliyetleri olacağını hissettirmek gerekir. Aksi takdirde Kürtlerin talepleri, adım adım, Washington’un da pozisyonu olmaya başlayabilir. Washington, “Ankara K. Irak’ta olanlardan rahatsız, ama ne bunu engelleyecek bir gücü ya da ABD’ye verebileceği bir zarar var” diye düşünmemelidir. Erdoğan Washington gezisinde bu durumu kibar ama Bush’un anlayabileceği kadar net bir şekilde ifade etmelidir. Sürekli olarak makul, mülayim, akl-ı selim görülmenin diplomatik anlamda maliyeti olabilmektedir.

Türkiye’nin K. Irak konusunda Irak’ın komşuları ile işbirliği, koordinasyon, işbölümü ve istihbarat paylaşımı gibi birbirine yakın ama aslında farklı ortak hareketleri en optimal nasıl yapacağı konusunda düşünmesi gerekmektedir. Bu süreçte sembolik dayanışma jestleri kadar koreografisi özenle çizilmiş kombine diplomatik adımlara da yer olabilir. Mısır-İran, Libya-İsrail, Pakistan-Hindistan ikilileri arasında yaşananlarla aynı dönem denk gelen ama bunlardan çok daha önce başlayan Türkiye-Suriye yakınlaşması şüphesiz önemlidir ama bunun mesela Irak konusunda somut olarak ortak ya da koordineli hangi adımları beraberinde getireceği çok belli değildir. Bu işbirliğinin askeri boyutu olabilir mi / olmalı mı? K. Irak’la ilgili olarak İran ve Suriye’nin askeri anlamda bir katkı yapmaları çok zordur. Türkiye, K. Irak konusunda rahatsızlık ve hassasiyetlerin kayda geçirmenin ötesinde bu iki ülkenin ve Mısır’ın “ortak kasaya” somut olarak ne koyabileceğini tespit etmeye ve bu katkıları olabildiğince arttırmaya çalışmalıdır. Arap kamuoyu K. Irak’ın statüsü konusunda “galeyana getirilmelidir”. Bu olayı Türkiye’nin sahiplenmesi görüntü olarak mahzurlu olduğu gibi diğer ülkeleri “bedavacılığa” (free-rider) alıştırabilir. Ama öte yandan kabul etmek gerekir ki yukarıdaki ülkeler, “bu esas olarak Ankara’nın sorunu. Kürt konusundan hem en muzdarip olan, hem de askeri ve diplomatik kapasitesi en yüksek olan Türkiye. Biz kenara çekilip beklemekten ve belki bir iki mırıldanmadan fazla bir şey yapamayız” diye düşünmektedir. Ankara bu ülkeleri olabildiğince seferber etmeye çalışırken, onların kendi başka problemleri ve hesapları nedeniyle insiyatifi alacak başka bir ülkenin olmadığını esas yükün kendi omuzlarında olduğunu da unutmamalıdır. Ankara bu geçici, gevşek ve belki de sonuçta beyhude koalisyonun “eşitler arasında birinci” olmaktan çok öte esas üyesidir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)

---
Arşivden
G- ABD 20 Ocak 2003
Ankara’nın Orta Doğu diplomasisi

Türk dış politikasının sınırları Washington’un istekleri, onay verdikleri ve destekledikleri ile sınırlanmamalıdır. Hükümetin zorlu Irak konusunda sorumluluğu ve insiyatifi alması diğer konularda da kendine güvenini arttırabilir ve onu sesini daha gür çıkarmaya teşvik edebilir. Hükümetin ABD’nin taleplerine direnmenin muhtemel olumsuz sonuçlarını halka anlatması gerekir. Hükümet doğru şeyi yanlış nedenlerle yapmış duruma düşmemelidir. Araplar büyük ölçüde Türkiye’nin girişimlerinin arkasına saklanmaktadır. Irak konusundaki girişimlerin genelde Türkiye’den gelmesi Arapların ‘iktidarsızlığı’nın somut bir ifadesi haline gelmiştir. Türkiye son dönemde bölgedeki Arap devletlerinden farklı olarak, ‘bir şeyler yapmaya çalışan’ bir görüntü çizerek belli bir sempati toplamıştır. Ancak öte yandan Ankara’nın Orta Doğu diplomasisindeki hareketlilik aktiflik ile karıştırılmalıdır. Bütün bu ziyaretlerin sonucunda ortaya somut bir şey çıkmaz, geriye bir şey kalmaz ve olayların gidişatı üzerinde etki edilemezse istenenin aksine bu hareketlilik en sonda geriye bir güçsüzlük, etkisizlik ve ‘kandırılmışlık’ hissi bırakabilir. Bu nedenle Ankara’nın bir iki çırpınıştan sonra ‘ne yapalım, ben elimden geleni yaptım, ama başarılı olamadım’ diyerek kendini rahatlatmak yerine daha somut, amacı, metotları ve sınırları belirlenmiş girişimlerde bulunması doğru olacaktır.

Bölge liderleri ile görüş alışverişleri ve tanışıklık yaratmak kendi başına da bir değer taşısa da, şu ortamda Ankara’nın başarılı olması için, 1) Somut, hayata geçirilebilir diplomatik bir mimari yaratılmalı, 2) Bunun içinde bölge ülkelerinin tek tek oynayacakları rol konusunda belli bir berraklık oluşturulmalıdır. Bu mimarinin içinde şu öğeler olabilir: 1) Saddam’ın çekilmesini sağlama yönünde girişimler, 2) Olursa Irak’ta savaş sonrası dönemle ilgili ortak fikir ve modeller, 3) Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik, çok net ve bağlayıcı kollektif taahhütler, 4) Bunun tersi girişim ve gelişmeler olursa atılabilecek askeri dahil ortak adımlar, 5) ABD dışındaki önde gelen Batı ülkelerine ‘atılabilecek paslar,’ onları Irak krizinde daha ciddi ve direk rol oynamaya davet edilmesi, ve son olarak gerçekleşme şansı düşük olsa da 6) Girişime dahil bölge ülkelerinin sonradan gruptan ayrılmasını engelleme amacıyla kendi kamuoyları önünde bağlayacak net ifadeler. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Ocak 06, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 5 Ocak
2004 Seçimleri Üzerine Düşünceler

Başkan Bush son dönemde -nispeten- “mülayim” olma yönünde bilinçli ve ciddi bir çizgi izlemektedir. Ekonomide görülen iyileşme belirtileri bütçe ve ticaret açığı gibi yapısal problemleri çözmese de bu konunun seçim geldiğinde Bush için ciddi bir problem alanı olmayacağını düşünenlerin sayısını arttırmaktadır. Bush’un son dönemde dış politikada izlediği nispi yumuşamanın seçim dönemine kadar yeni riskler almamak ve imajını düzelterek merkezdeki seçmene sempatik görünmek -ya da en azından antipatik görünmemek- gibi nedenleri olabilir. Burada önemli olan soru Bush’un bu yeni çizgisinin tekrar seçilmesi halinde de devam edip etmeyeceğidir. Yeni muhafazakarlar da bir yandan ipleri ve “Bush’un kulağını” Baker gibi realistlere kaptırmaktan korksalar da, öte yandan Bush’un kazanmasını sağlayacaksa, önümüzdeki on bir ayı bir tür “stratejik soluklanma” için kullanmayı kabullenebilirler. Bu dönemde, askeri güç vasıtası ile kazandıkları mevzileri sağlamlaştırmak ve Libya’da görülene benzer diplomatik başarılar kazanmaya ağırlık verebilirler. Seçime kadar öncelikli gündemi Irak’ta düzeni tesis etme ve Irak örneğinin yarattığı korkunun kıvama getirdiği İran, Suriye ve K. Kore gibi ülkeleri diplomatik enstrümanları da kullanarak “hizaya getirmek” ve askeri gücün getirilerini diplomatik sonuçlara tahvil etmek olabilir.

Ancak Bush Yönetimi’nde yeni muhafazakarların ağırlığının ve empoze etmek istedikleri gündemin merkeziliğinin kalıcı olarak azaldığını iddia etmek için henüz daha çok erkendir. Bush’un tekrar seçilmesi halinde Powell’ın da ayrılması ile beraber dış politikanın şekillendirilmesi konusunda Cumhuriyetçi Parti’nin realist ve yeni muhafazakar kanatları arasında yeni tur bir mücadele başlayabilir. Bu mücadelenin galibi – ya da daha doğru bir ifade ile sonucu- Irak’ın geleceği ve Kürt sorununun çözümü konusunda belirleyici faktörlerden biri olabilir. Ciddi olarak yanılma ihtimali göze alınarak iddia edilebilir ki, bir Kürt devletinin kurulması realistlerin hakim olduğu bir yönetimde yeni muhafazakarların üstün geldiği bir duruma göre daha az muhtemeldir. Ancak Bush’un tekrar seçileceği konusu bile aslında ortadadır. Seçimlere bir yıl kala durumu rahat gözüktüğü halde hem de ciddi farkla seçim kaybeden bir çok başkan olduğu hiç unutulmamalıdır. Bu satırların yazarı, genelde kabul gören klişenin aksine seçimlerin mevcut Başkan üzerine yapılan bir referandum değil Demokrat adayın çekiciliğinin sınanacağı bir yarış olacağını düşünmektedir. Demokratların çıkaracağı “makul” bir adayın Bush’a karşı çok ciddi bir şansı olacaktır. Ama Demokrat Parti’nin seçimleri kazanma şansı adayının Dean olması halinde daha merkez bir aday çıkarmasına oranla daha az olacaktır. Dean’in Demokrat adaylık yarışını kazanması halinde nasıl olsa adım adım merkeze yanaşacağı bilindiğine göre, Demokrat Parti’nin bunu direk Wesley Clark gibi bir adayı seçmekle yapması daha doğru olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Ocak 02, 2004
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 2 Ocak
Irak’ın Geleceği – Erdoğan’ın Washington Gezisi

Irak’lı Kürtler, Şiilerin İslam’ın yeni Irak’ta merkezi bir rolü olmasında ısrar etmesi, kendi federasyon planlarının reddedilmesi, Irak’ın merkezinde yaşanan –ama artık sadece orası ile sınırlı olmayan- şiddetin devam etmesi gibi durumlarda bağımsızlık yolunda mevzi kazanmayı amaçlamaktadır. Kürtler sürpriz bir referandum ve/veya Meclis kararı ile bağımsızlığa adım atabilirler. Kerkük’ün 1) Kürt bölgesi, 2) ayrı bir bölge veya 3) direk Bağdat’a bağlı olması ihtimalleri vardır. Şu anki durumda çok muhtemel görülmemekle beraber Türkmenlerin Araplar ile ittifak yapıp Kerkük’te Kürtlere karşı ortak hareket etme ihtimalleri de yok değildir. Önümüzdeki dönemde bu bölgede silahlı çatışmaların yaşanması sürpriz olmayacaktır. Irak’ın nasıl bir şekil alacağı ile ilgili henüz netleşmeyen ve 2004 bittiğinde de tam olarak sonuçlanmayabilecek bir dizi tartışmalı konu, soru ve süreç bulunmaktadır. Petrolün güvenliği, kontrolü ve paylaşılması; Kürt peşmergelerin statüsü; Kerkük’ün geleceği; Kürtlerin geri dönüşünün düzenli bir hukuk sürecine bağlanması; Türkmenler’in dışlanması ve temsiliyet sorunu; PKK konusundaki belirsizlikler, Irak’ın geleceğinde dinin rolü; Şii ve Sünni Araplar arasındaki ilişkiler; Saddam’ın yargılanması süreci; Sünnilerin askeri direnişin dışında siyasi sürece de ucundan dahil olup olmayacakları; ülkedeki Amerikan askeri varlığının geleceği; koalisyonun yetki ve sorumluluğu devretmesinden sonra geçici yönetimin ne derece uyumlu ve becerikli şekilde çalışabileceği; direnişin ne yaygınlıkta ve şiddette devam edeceği; işgale yönelik Irak halkının genel olumsuz bakışının değişip değişmeyeceği; Irak’ın borçları ve tazminatlarının affedilmesi veya yeni bir takvime bağlanması; Irak’a yapılacak ekonomik yardımın 2005’te devam edip etmeyeceği; petrol ve temel hizmetler konusundaki yatırımların devamı ve sonuç vermesi, yeni güvenlik güçlerinin ve Irak ordusunun ne etkinlikte ve sürede oluşacağı; nüfus sayımı, seçmenlerin belirlenmesi, seçimlerin yapılması ve anayasanın yazılması süreçlerinin yürütülmesi. Bütün bunlar dışında, Amerikan seçimlerinin gidişatı ve sonucu, Suudi Arabistan’ın içinde yaşanabilecek sürpriz ve radikal olaylar; Filistin sorununda ve İsrail-Suriye ilişkilerindeki tıkanıklık veya gelişmeler ve Tahran-Washington arasında muhtemel bir yumuşama da değişen derecelerde Irak’taki süreçleri etkileyebilecektir.

Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi ile Ankara Washington’dan Amerikan ve IMF kredilerinde kolaylık, K. Irak konusunda Kürtlerin taleplerinin ve beklentilerinin yumuşatılması gibi konularda destek ararken, ABD de Erdoğan’dan İran ve Suriye’ye yönelik politikalarına destek, Kıbrıs’ta Annan planı çerçevesinde çözüm, Ermenistan ile ilişkilerin seviyesinin yükseltilmesi, Irak’ta Kürtler konusunda sorun yaratmaktan kaçınılması, İsrail ile AKP iktidarı döneminde belli bir sınırda tutulan ilişkilerin geliştirilmesi gibi konularda “çaba harcamasını” isteyecek ve teröre karşı mücadelede işbirliğini attırma önerisinde bulunacaktır. Gezi hakkında kısmen erken ve taraflı olsa da tamamen de temelsiz olmayan olumsuz değerlendirmeler artmaktadır. Son dönemde bu ülkeye yapılan üst düzey ziyaretler büyük ölçüde ABD taleplerine karşılık verme zorunluluğunun öne çıktığı gezilere dönüşme eğilimi göstermektedir. “Böyle gezileri hiç yapmayalım mı?” sorusuna cevap vermek zorsa da, sadece “dostlar Beyaz Saray’da görsün” diye Washington’a gidilmediğinden emin olmak zorundayız. Washington ile diyalog ve danışmaların sürekli ve yoğun şekilde sürmesi elbette doğru olan şeydir ama bazen Washington’un üst düzey gezileri bu amaçlardan çok büyük ölçüde Türkiye’ye taleplerini iletmek için kullandığı görüntüsü oluşmaktadır. Gezinin başarısı büyük ölçüde Türkiye’nin göstereceği çaba, atacağı adımlar ve vereceği ödünlerle ölçülür hale gelmekte, piyasanın ABD ile ilişkiler konusundaki hassasiyeti ile “başarısız” bir gezinin faturasını büyük ölçüde Ankara’nın ödeyeceği endişesi gibi nedenler gezinin içeriğine damgasını vurmaktadır. Başta ABD olmak zere Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin sağlığının temel göstergesi “aramızın iyi olması” değil, ilişkilerin çıkarlarımızı koruma ve ilerletmeye ne ölçüde katkıda bulunduğu olmalıdır. ABD ile “yakın dövüşe” veya İsmet İnönü’nün deyişi ile “aynı yatağa” girmenin açık riskleri vardır. Ancak burada daha önce de belirtildiği gibi, “AKP’yi Türkiye’yi yönetmek için dış destek aramaya mecbur etmekten çıkarmak gerekmektedir.” (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)