TurcoPundit

US foreign policy and Turkish-American relations
ajp1914@yahoo.com
Home
Foreign Press Review
Şanlı Bahadır Koç


This page is powered by Blogger. Isn't yours?
Pazartesi, Nisan 28, 2003
 
G-ABD 28 Nisan
Türkiye ve Irak Üzerine Notlar

1) Soru Türkiye ile İran’ın Irak konusunda işbirliği yapıp yapmaması değil, bunun şekli, derecesi ve Amerika’yı ‘kızdırmadan’ nasıl yapılacağı olmalıdır. Türkiye, Tahran ve Şam ile geliştirdiği ilişkilerden ‘kompleks’ ya da suçluluk duymamalıdır. Bir ülkenin, her ne olursa olsun, komşularıyla ilişkilerini geliştirmek istemesinden gocunulacak bir yan yoktur. Ancak, bu ilişkilerin Amerika’ya karşı bir ‘mihver’ şeklinde görülmemesi için özel bir çaba sarfedilmelidir. 2) Türkiye, Irak’ta Kürtler ve Türkmenler dışındaki gruplar ile de yakın ilişkiler geliştirmelidir. Dağınık yapılarına rağmen Şiilerin Irak’ın geleceğinde önemli bir rol oynayacakları görülmektedir. Bu gruplar kontaklarımız, ilişkilerimiz, onlar hakkındaki bilgi ve istihbaratımız geliştirilmelidir. Bu gruplarla ortak paydalarımız, çelişkilerimiz, onları etkileme enstrümanlarımızın neler olabileceği üzerine kafa yormalıyız. K. Irak’taki Kürt grupların Irak muhakefeti içindeki mevcut ve potansiyel müttefikleri ve rakipleri kimler olabilir? Irak’taki değişik etnik ve dini gruplarla geliştireceğimiz bu ilişkiler Irak’ın geleceği şekillenirken sözümüzü ve payımızı arttırabilir, Irak’taki muhtemel Kürt ayrımcılığına karşı kendi askeri gücümüz dışında bize yeni kozlar sunabilir, ülkenin ekonomik geleceğinden pay almamızı sağlayabilir, ABD çekildikten sonra kurulacak rejimlerle kurulması gereken sıcak ilişkilerin hazırlığını yapar.

3) Su sorunu, Kürtler, Türkmenler, PKK, ticaret, yatırımlar, ihaleler, boru hatları gibi nedenlerle Türkiye Irak’ta ne olduğu ile hep ilgili olmak zorunda olacaktır. Ayrıca, Irak demokratikleşir ve modenleşirse, Türkiye Avrupa’nın gözüne, nispeten daha az problemli bir mahallede oturur görünebilir. Irak’ta istikrarlı ve demokratik bir rejimin kurulması bu ülkeden ayrılmayı isteyen Kürtlerin elinden önemli bir argümanı alabilir. Irak’ta bireysel anlamda olmasa bile gruplar arasında işleyen bir demokratik sistemin kurulması Türkiye’yi de demokratikleşme konusunda daha cesur olmaya teşvik edebilir. 4) Hükümet bazı özel yetkilerle donatılmış bir Irak koordinatörü atayabilir. Bu isim faal ya da emekli tecrübeli bir diplomat, işlerin ekonomik ayağına da katkıda bulunabilecek bir işadamı ya da bir siyasi olabilir. Böyle bir koordinatör olayların siyasi, askeri ve ekonomik ayaklarının uyumlu bir şekilde yürümesine katkıda bulunabilir. 5) Türk devleti ve özel sektörü, ülkenin Irak ile ilgili bilgi birikimini arttırmak, bu ülkede ‘çevre edinmek’ için üniversite, araştırma kuruluşları, sivil toplum ürgütleri ve hatta medyayı ‘maddi-manevi’ desteklemeli ve cesaretlendirmelidir. Irak’ta asayiş tam olarak sağlandıktan sonra değişik eğitim, kültür ve ticari kurumlarımız burada faaliyetlerde bulunma konusunda özendirilmelidir. Türkiye, orta vadede mesela Kerkük’te Türkçe eğitim veren bir ünivesite için öğretim görevlisi, araç-gereç, danışman gibi konularda katkıda bulunabilir. Türk medyasının Irak’a olan ilgisi savaşın bitmesiyle beraber azalmamaldır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Nisan 22, 2003
 
G-ABD 22 Nisan
Yeni Muhafazakarlar Samimi, Sorumlu ve Becerikliler mi?

ABD’de eski muhafazakarlarla yeni muhafazakarlar (neo-conservatives) arasındaki fark giderek açılmaktadır. Yeni muhafazakarların aslında muhafazakarlıktan çok ‘devrimciliğe’ yakın olduğu iddia edilebilir. Bu gruplar, statükoyu sadece ‘idare etmek’ değil değiştirmek istemektedirler. Hepimizin bildiği gibi ‘devrim’, en iyi ihtimalle riskli bir iştir. Bu grubun içindeki kişilerden başta Paul Wolfowitz olmak üzere bir kısmının ellerindeki gücü Amerika’nın ya da onun içindeki bazı etnik, siyasi ve ekonomik çıkar gruplarının çıkarlarına ek olarak ama ona karşıt olmayan daha büyük idealler için de kullanmak istediği iddia edilmektedir. Modern muhafazakar düşüncenin babası olarak kabul edilebilecek Edmund Burke’ün Fransız Devrimi’nin aşırılıkları ve sonunda bu aşırılıklar içinde boğulacağı öngörüsü başka devrimler içinde geçerlidir. IHT yazarı William Pfaff, Yeni Muhafazakarları, ‘doğruluğu kanıtlanmamış fikirler uğruna insan öldürmeye hazır fanatikler’ olarak tanımlamaktadır. Yeni muhafazakarların pozisyonu ile ilgili mutlaka sorulması gereken en az üç soru vardır: 1) Samimiler mi, yoksa idealist söylemleri kaba çıkar ve güç güdülerini kapatmak için kullandıkları bir ‘incir yaprağı’ mı? Kendi ve temsil ettikleri grupların çıkarları ile şampiyonluğunu yaptıkları yüce ideallerin çatışması ihtimalinin farkındalar mı, yoksa kendileri için iyi olanın dünya için de doğru olması gerektiğine mi inanıyorlar? Bu çelişkiyle yüzleştiklerinde nasıl davranacaklar? 2) Girdikleri işin büyüklüğünün, öneminin ve gerektirdiği dikkat, enerji ve sabırın farkındalar mı ve sonuna kadar gidebilecekler mi? Ellerine geçirdikleri ‘şok eden ve hayran bırakan’ Amerikan gücünün doğru kullanılmazsa ne büyük yıkıma yolaçabilceğinin farkındalar mı? Şımarık, sorumsuz ve umarsız çocuklar gibi ellerindeki oyuncaktan sıkılıp bir süre sonra ilgilerini kaybederek onu savurup gidebilirler mi? Başarılı olamazlar ve işi başladıklarından da kötü bir noktada bırakırlarsa bunun bölge, dünya ve ABD için potansiyel olumsuz sonuçlarını idrak ediyorlar mı? 3) Ve nihayet samimi ve sorumlu iseler bile, yeterince becerikliler mi? Bu işin altından kalkabilecekler mi?

Siyasi irade, bürokrasi ve diğerleri

Siyasetçinin görevi bürokrasiye hakim olmak değil onu yönlendirmektir. Bürokrasiyi sarsmak, onu ‘rahat rutinlerinin’ ve ‘kutusunun’ dışında düşünmeye ve iş yapmaya zorlamak siyasi iradenin ödevlerinden biridir. Bürokrasileri her zaman direk olarak zorlamak da doğru olmayabilir. Bazen bu üçüncü taraflar tarafından ve belki medya yoluyla yapılabilir. Kendi haline bırakıldığında bürokrasiler genelde güvenli ve problemsiz seçeneklere meyilli olurlar. Bu bürokrasileri oluşturan bireylerin kişisel eğilimlerinden değil ama bürokrasinin kollektif doğasından kaynaklanır. Bürokrasiler doğaları gereği risk almaya karşı direnirler. Bu tamamen değiştirilmesi değil farkında olunması ve gerektiğinde etrafından dolanılması gereken bir durumdur. Bürokrasinin muhafazakarlığı getirleri de olan ve belli oranda korunması gereken bir özelliktir. Bu muhafazakarlık olayların her zaman özüne gerektiği kadar hakim olmayabilen politikacıların acemilikleri, kaprisleri ve ihtiraslarının dış politikayı maceralara sürüklemesine karşı gerekli bir fren görevi de üstlenebilir. İstihbarat toplanması konusunda devlet kurumları güdülmeye ihtiyaç gösterirler. Yönlendirilmediklerinde şimdi veya gelecekte gerekli olacak konularda istihbarat toplama konusunda insiyatif almamaya meyilli olurlar. Devletin dış politik ve güvenlik kurumları arasındaki koordinasyon sadece en üst düzeyle sınırlı olmamalıdır. Kurumların yatay bilgi ve fikir alışverişi ve ortak çalışabilme isteği ve kapasitesi geliştirmeleri teşvik edilmeli ve hatta zorlanmalıdır. Bakanlıklarda siyasi pozisyonda olanlar sadece bakanlarla sınırlanmamalı ve orta pozisyonlarda da siyasi kadrolar yer alabilmelidir. Bu, siyasetçilerin daha genç yaştan itibaren devlet mekanizmalarını ve ‘mutfağını’ öğrenmelerini sağlayacaktır. Devletin değiştirlmesi gereken alışkanlıkları onu içeriden gören gözler tarafından daha verimli şekilde yapılabilir.

Bir politikanın olumsuz bazı yönleri ve sonuçları olması o politikanın karşısında olmak için tek başına yeterli olmamalıdır. Bir politikaya karşı çıkmak için ondan daha iyi ya da daha az kötü, uygulanabilir alternatifler olduğu kanıtlanmalıdır. Kendi savundukları politika tercih edilmedikten sonra küsen ve bütün enerjilerini mevcut politikanın yanlış olduğunu iddia etmeye ve bu politikayı aşağılamaya harcamayan ama karar alıcılara yeni durumda ne yapmaları gerektiği konusunda hiçbir şey söylemeyen, Muğlak genellemeler ve suçlamalar yapan ama somut ve hayat geçirilebilir hemen hiçbir öneri sunmayan yorumculara ihtiyaç yoktur. Kendini karar alıcının yerine koyamayan, onun her gün cebelleştiği problemleri, sıkıntılarını anlamayan ve anlamak da istemeyen, muğlak genel prensipler ve sloganlar dışında verecek bir şeyi olmayanlar Türk dış politikasına yeterince katkıda bulunamazlar. Yorumcunun, analistin ‘rahat, ahlakçı prensipleri’ alt alta dizmenin ötesinde sorumlulukları olmalıdır. Bugün Türk dış politikası ile ilgili tartışmalarda herkes şef olmak istemekte ama kızılderili olmaya yanaşılmamaktadır. Herkes stratejist ama ortalıkta pek taktisyen yoktur. İş grup çalışmasına, gerçek dünyanın küçük somut sorunlarını ucundan çekiştirip ‘bir fark yaratmaya’ gelince ortalıkta pek kimse kalmamaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Nisan 21, 2003
 
G-ABD 21 Nisan
Türkiye’nin Irak’ta Oynayabileceği Roller – Irak’taki ‘Yeni İncirlikler’

Türkiye ABD’den Irak’la ilgili gelebilecek talepleri cevaplarken, Güney komşumuzdan alacaklarımızı, Yumurtalık boru hattının ve Irak’la daha önce imzalanan ticaret anlaşmalarının geleceğini ve potansiyel yeni ihale ve anlaşmaları dikkate almalıdır. Bu faktörler verilecek cevabın rengini ve içeriğini tam olarak belirlemese bile etkilemelidir. Bu arada Türkiye’nin Irak’taki ekonomik çıkarları ile ilgili Washington’un düşünceleri hakkında nabız yoklanmalıdır. Washington kendisi ile alenen pazarlık yapılmasından pek hoşlanmadığını göstermiştir. Washington, Türkiye’nin, gelecekte Irak konusunda yapacağı istekler karşılığında neler kazanabileceği sorusuna daha önce olduğu gibi, ‘sen bana güven gerisini merak etme’ demeye meyilli olabilir. Türkiye, tezkere pazarlığının istenen şekilde sonuçlanmaması nedeniyle benzer pazarlıklara girmekte belli bir ihtiyatla yaklaşabilir ve ‘ABD’yi bir kez daha kızdırmayalım’ diye düşünebilir. Eğer Washington Irak’ın petrol gelirini kendi belirlediği başka kanallara yönlendirmeye kalkar, ekonomik anlamda Irak’ın önceliklerini kendi görüşü ve çıkarı doğrultunda değiştirir, ülkenin gelirlerini kendi şirketlerine ‘peşkeş çeker’ ve sonra da Türkiye’nin anlaşmalarının Saddam rejimi ile yapıldığını ve artık geçerliliği kalmadığını iddia ederse Türkiye buna karşı nasıl cevap vermeyi düşünmektedir? Bu durum 1) fazla itiraz etmeden kabullenilecek midir? 2) Yoksa, ‘ne koparılırsa o kar’ diye düşünülerek ABD ile diyalog yoluyla bunların bir kısmından vaz mı geçilecektir? 3) Ya da, benzer durumdaki diğer ülkelerle işbirliği yapılarak olay Birleşmiş Milletler’e götürülebilir mi? Irak’ın yeniden kurulmasında Türkiye’nin oynayabileceği roller neler olabilir? Türkiye’den askeri bir güç istenip istenmeyeceği henüz çok açık değildir. Böyle bir güç istense bile bu çok muhtemelen Irak’ın kuzeyinde değil Amerikalıların tespit ettiği ülkenin başka yerlerinde olacaktır. Askeri alan dışında eğitim, sağlık, telekomünisyon gibi konularda Türkiye’nin yapabilecekleri neler olabilir? Askeri ve diğer yardım ve katkıların direk ve dolaylı, kısa ve uzun vadeli maliyeti ve ekonomik ve siyasi getirilerinin neler olabilceği üzerine düşünmeliyiz. Bu tür faaliyetler hangi şekilde olursa Irak’ta Türkiye’nin öıkarları ile paralel bir düzenin kurulmasına katkıda bulunabilir ve sözümüzü ve payımızı arttırır? Türkiye faal olduğu alanı Kuzeyle sınırlandırmayıp diğer bölgelerdeki gruplarla ilişkilerini geliştirerek halkla ve elitlerle sıcak ve yakın ilişkiler kurmaya çalışmalıdır. Türkiye’nin Irak’ta Türkmenler dışında da müttefikelri olabilir. Bir süre sonra

ABD, Irak’ta kuracağı ve üstleneceği üsler vasıtasıyla tüm bölgeye güç projekte etmede önemli bir avantaj kazanacaktır. Washington, Irak’ta işler durukduktan sonra, çok fazla siyasi problem yaratan S. Arabistan’daki askeri varlığınının düzeyini, tamamen olmasa da kısmen, azaltmak isteyebilir. ABD, Irak’ta yönetimi birkaç yıl sona kime bırakacak bilinmez ama bu grup ve liderlerin Amerikan askeri varlığını kabullenmiş kişiler arasından çıkacağı rahatlıkla iddia edilebilir. Önümüzdeki dönemde başta Çelebi ve Kürt liderler olmak üzere normalde ABD ile yakın ilişkileri olan ama ‘Amerika’nın adamı’ görüntüsü vermek istemeyen bazı liderlerin Washington’un uygulamalarını ciddi eleştirilerde bulunduğuna tanık olabiliriz. ABD Irak’tan işgl güçlerini beklenenden de önce çekse bile bu üsler aracılığı ile varlığını sürdürmeye ve ‘hissettirmeye’ devam edebilir. Bu arada İncirlik’in Amerikan askeri hesaplarındaki öneminin azalacağını iddia etmek mümkündür. Ancak ABD buradaki varlığını da sona erdirmek de istemeyecektir. Türkiye, Washington gözündeki öneminin azalmasına hazırlıklı olmalıdır. Ancak bu korkulanın aksine aslında olumlu bir gelişme olabilir. Türkiye ABD’nin istediği hiçbir şeyi yapmasa bile yine de belli bir öneme sahip olmaya devam edecektir. Türkiye’nin öneminin bir kısmı olageldiği şeyden (sadık müttefik), bir kısmı da olmadığı şeyden (ABD ve İsrail karşıtı, radikal İslamcı, terör merkezi) kaynaklanmaktadır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Nisan 18, 2003
 
.G-ABD 18 Nisan
Türkiye, Kürtler ve K. Irak

K. Irak’lı Kürtler Türkiye için düşman olmak zorunda değildir ama bir problem olduklarına da kuşku yoktur. ‘K. Irak’lı Kürtler de Türkmenler gibi vatandaşlarımızın soydaşlarıdır’ ama Türkmenler’den farklı olarak K. Irak’lı Kürtler bu bölgedeki nüfus dengesini kendi lehlerine değiştirmek istemektedirler. Ayrıca Kürtler Türkmenler’den farklı olarak Irak’tan ayrılmak istiyorlar. Yine K. Iraklı Kürtler PKK’ya zaman zaman destek verdiler. K. Irak’lı Kürt gruplardan farklı olarak Tükmenler Türk bayrağını yakmadılar, Türkiye’yi tehdit etmediler, Ankara’yı Batı’ya şikayet etmediler ve Kerkük’ün kendilerine ait olduğunu iddia etmediler ve Arapları bölgeden ‘etnik temizlik’ yoluyla atma girişiminde bulunmadılar. Saddam rejimi altında belki Türkmenlerden daha fazla baskı ve kıyım görmüş olsalar bile K. Irak’lı Kürt grupların son dönemde sergiledikleri davranışlar kaygı vericidir. Ayrıca, belki bir dış politika faktörü olup olmaması gereği tartışılır olsa da, sonuçta Türkmenler Türkçe konuşmaktadır. Türkiye’nin ilk tercihi Kuzey Irak’ta Kürtler ile Türkmenler arasında bir tercih yapmamak olmalıdır. Çünkü Türkmen-Kürt ayrımı derinleşirse bunun Türkiye içine yansıyacak sonuçları olabilir. Ancak Ankara’nın bu tür bir ‘renk-körlüğü’ içinde olması için Kürt grupların da sadece tarzlarında değil pratikte de atmaları gereken adımlar olmalıdır. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde problemi bir yandan Kürt grupların ‘düşmanı’, ‘ötekisi’ olmamak ama öte yandan da bu gruplarda Türkiye’yi tehditlerle, oldu-bittilerle, Amerika’nın desteğiyle sindirebilecekleri düşüncesinin yerleşmesine engel olmak olacaktır. Bu kağıt üstünde görüldüğü kadar kolay olmayacak ama başarısı Türk dış politikası kadar belki de iç güvenlik ve huzurunu etkileyecek bir problemdir.

Türkiye, Kürt gruplarla daha yapıcı bir ilişki formatına nasıl geçebilir? Kürtlerin Saddam zamanında yerlerinden sürülmelerine yönelik davranışlarını –belki biraz gecikmiş olsa da- kınamalı, mağdurların haklarının iade edilmesi gereğini ortaya koymalı ama bunun Saddam’ın yaptığı gibi kaba kuvvetle değil, hukuk, diyalog ve uzlaşma yoluyla ve uluslararası gözetim altında olmasında ısrar etmelidir. Bu arada K. Irak’lı grupların Bağdat’ta kurulacak yeni rejimde nüfuslarının oranının ötesinde ağırlıkta bir rol oynamaları bir yandan Kürt liderlere Bağdat’taki iktidarın nimetlerini tattırarak onları Irak içinde kalmaya ikna edebileceği için olumlu olarak görülebilir. Ancak öte yandan da, Kürt grupların Bağdat’ta elde ettikleri gücü, kendi bölgelerinin orta vadede Irak’tan ayrılmasına imkan verecek siyasi ve ekonomik düzenlemeleri gerçekleştirmede kullanma ihtimalli de bulunmaktadır. Bir başka tehlike de Kürt liderlerin tüm Irak’ın politikasını Türkiye aleyhtarı bir şekle sokmaları ve Tükiye ile mücadelelerini Bağdat’taki merkezi otorite üzeinden yapmaları olabilir. Bu nedenle Kürt grupların niyetleri, ABD işgal yönetimi ve Irak’taki diğer muhalif gruplarla ilişkilerinin seyri üzeinde şu an olduğundan çok daha fazla ilgiye ve istihbarata ihtiyaç vardır. Ayrıca Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerekliliğini tek başına savunur durumda kalmamalı ve şu an bu konuda sesleri çok çıkmayan Arap devletlerini ve Irak’lı diğer grupların da bu konuyu daha vokal bir şekilde savunmalarını sağlamalıdır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


 
.


Perşembe, Nisan 17, 2003
 
G-ABD 17 Nisan
ABD-Suriye Gerginliği

ABD’nin Suriye’ye yönelik tehditkar yaklaşımının amacı Şam’ın Irak’taki Baas rejimi artıklarına kucak açmaması, terör örgütlerine desteğini kesmesi ya da en azından azaltması ve ‘gözüm üzerinde, hareketlerine çeki-düzen ver, yanlış yaparsan senin için iyi olmayabilir’ mesajını vermektir. Ayrıca, amaç bu değilse bile, bu kriz orta vadede Şam’ı İsrail’le anlaşmaya ikna olacak bir kıvama getirebilir. Suriye ilk kez sınırlarında Amerikan askerleiyle karşı karşıyadır. İlişkileri hiçbir zaman mükemmel olmamış olsa da, son zamanlarda gelişen ve ticaretini arttırdığı Sadam rejimi gitmiştir. Kendi ABD ve ona dost rejimlerle çevrilmiş İran’ın Suriye’ye verebileceği destek azalmıştır. Suriye’nin Lübnan’da bile ağırlığı azalmaktadır. Washington’un Türkiye’nin 1998’de yaptığına benzer bir şeyin peşinde olması ve hatta Türkiye örneğinden ilham almış olması çok muhtemeldir. Ancak bunu dedikten sonra, Bush Yönetiminin seleflerinden sadece tarz olark değil öz itibariyle de ciddi derecede farklı olduğunu, ve geçmişteki Amerikan yönetimlerinin niyetlerini ve davranışlarını anlamak, açıklamak ve tahmin etmek için kullandığımız ölçü ve kavramların bu yönetim için yetersiz kalabileceği de unutulmamalıdır. Bu nedenle, fazla muhtemel olmasa da, Bush Yönetimi, belki kendi retoriğinin kurbanı olarak, Suriye rejimi ile gerginliği kontrolsüz bir düzeye de yükseltebilir.

Orta Doğu’da Değişim

Olaya şöyle bakalım: İnsan, 1) harekatın neden olduğu kaosa, 2) Amerika’nın amaçları arasında, kuşku duyulmayacak şekilde, filantrofik olmayan unsurlar olmasına, 3) müdahalenin, Orta Doğu’da savaş öncesindeki ideal olmaktan çok uzak statükoyu, Schumpeter’in başka bir kontekste kullandığı ‘creative destruction’ (yaratıcı yıkım?) kavramı ile sarsmanın belki de tek yol olduğunu ve 4) son tahlilde, Amerikan işgallerinin Afganistan, Irak ve belki başka ülkelerin halklarının yaşam kalitelerinin yükselmesine neden olabileceğini kabul etmesine rağmen, ve 5) otomatik olarak, ‘doğuştan’, Amerikan aleyhtarı olmadan da bu savaştan rahatsız ve mutsuz olabilir. Bir eleştiri değil ama durum tespiti olarak iddia edilebilir ki, Amerikan askeri varlığının Irak’ta ne kadar ne şekilde kalacağı, hangi şartlarda çekileceği, insani konularda, ekonomik ve siyasi yeniden yapılanmada ABD, diğer koalisyon üyeleri, AB, BM, diğer Arap devletleri ve Türkiye ve İran’ın oynayacağı roller, Irak’ın siyasi yapısı (anayasa, federalizm), lider kadroları kimler olacağı (Kürtler, Çelebi ve diğer Şiiler, eski rejimden unsurlar, monarşistler vs.) ve bunların nisbi ağırlıkları, bunları kimin nasıl belirleyeceği, bunlara Amerika’nın iktidarın ne kadarını ne zaman devredeceği, petrolün kontrolü (özelleştirme, yeni ve eski ihaleler), yeni ve eski borçlar gibi konular belirsizliğini korumaktadır. 'Değişim var, değişim var'. Değişim bir derece meselesidir. Yoksa, tabii ki hiç bir şey aynı kalmaz. ‘Aynı suda iki kez yıkanamazsın.’ Uluslarası siyasette değişim belki üçe ayrılabilir: 1) Konjonktürel: A devleti ile düşmanı B devleti düşmanken dost olabilirler, ya da tersi. Dans eden pistteki devletler partner değiştirebilirler. Ortaya yeni devletler çıkabilir. 2) Güç dağılmı açısından: Mesela orta güçte bir devlet güç kazanabilir ya da en güçlü devlet A iken B olabilir vs. 3) Yapısal: Ülkelerin aralarındaki ilişkileri düzenleyen, organize edici prensiplerde değişim ve hatta dönüşüm olabilir. Savaş yerine barış, şüphe yerine güven, kriz yerine istikrar, otoriter rejimler yerine demokrasi, Batı ile düşmanlık yerine dostluk, düşmanlık yerine rekabet ve hatta işbirliği. Irak harekatının Orta Doğu’da yapısal bir değişime neden olacağından emin olamayız.

Orta Doğu’da Irak harekatı ile beraber hiç bir şeyin değişmeyeceğini iddia etmek mümkün değilse de, değişimin ve olumlu gelişmelerin genelde sanılan ve umulan boyutta ve hızda olmayabileceği iddia edilebilir. ABD askeri olarak Irak'ta ama istediği gibi derli-toplu bir düzen kurması kolay olmayabilirir. ABD’nin buna gücü vardır ama becerisi ve sabrı var mı bunu bilmiyoruz. Orta Doğu'de rejimlerin meşruiyet açığı, Batı karşıtlığı, Arap-İsrail çatışmasının merkeziliği, ülkelerin artan eğitimsiz, tatminsiz, kızgın genç nüfusları hala yerli yerindedir. Bu tespit, Irak harekatının, Ortadoğu'daki bu sabitleri aşındırmayacağı ve belki dönüştüremeyeceği anlamına gelmiyor. Sadece şu an, bir çok kişinin kabul etmeye çok hazır göründüğünün aksine, olumlu değişimin garanti olmadığını, beklenen kadar hızlı olmayabileceğini ve Türkiye ve bölge halkı için olumlu olmak zorunda olmadığını hatırlamak gerekiyor. 'Batılıların Gözü ile Orta Doğu’ya bakmak zorunda değiliz...' Doğru. Ama Orta Doğu’ya onların nasıl baktığını da kesinlikle bilmeliyiz. Çünkü Batı'nın gerçekten de bu bölgede değişimi başlatmak için yapabilecekleri vardır. Ama bu güç ne sınırsızdır, ne de kendi çıkarını gütmeden kullanılmaktadır. Diplomasi ve uluslararası ilişkiler, belki de insani başka bir çok alanda olandan daha fazla, nüans işidir. Bu alanda hemen hiç bir şey ‘ne kesinlikle öyle, ne de böyledir’. Bu alanda işler siyah, beyaz ya da kırmızı ile değil daha çok grinimn değişik tonlarıyla yürümektedir. Bu durum, bakış açısına göre, insana fazla sıkıcı veya tam tersine heyecan verici gelebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Nisan 16, 2003
 
G- ABD 16 Nisan
Değişim, ‘Sense of Proportion’ ve Tarihin Yararları ve Sınırları Üzerine

Herşey, ya da, önemli, alışılmış, pek değişmeyeceği düşünülen ya da değişmemesi istenen bir çok şey, ya gerçekten değişecek, ya da, en azından bir süre için, herkesi değişeceğine inandırmış gibi görünüyor. Önemli bir dönüm noktasında olduğumuz ve hatta o noktayı belki de geri dönülmez bir şekilde geçtiğimizi iddia etmek bir tür salgın haline geldi. Çoğunluğun bir fikri desteklemesi o fikrin yanlış olduğunu iddia etmek için tek başına yeterli değilse de, bir fikrin geçerliliğinden şüphelenmeye başlamak için neredeyse daha iyi bir neden yok gibidir. Ortalık durulduğunda – ne zaman durulacak ortalık, ortalık hiç durulur mu?- dünya denen bu yuvarlağın alışılmış halinden çok farklı olmayan şekilde, ‘eski tozlu yollarında’ yürümeye devam ettiğine şahit olabiliriz. Ama bugün herkeste bir değişim beklentisi var. Bazen değişim beklentisi, ya da sanrısı, tek başına bile değişimin tetikleyicisi olabilir. Değişimin kendisi kollektif bir halusinasyonsa bile yine de nedenleri ve sonuçları üzerine kafa yormaya değer. Bulundukları konuma göre, herkes değişimi umut ya da endişeyle beklemektedir. Değişim, eğer gerçekten gelirse, kendisini umutla bekleyenlerin beklentileri kadar kökten ve müspet ya da endişeyle bekleyenlerin korktukları kadar sarsıcı ve yıkıcı olacak mı, bunu henüz tam bilmiyoruz.

Ama biliyoruz ki, her dramatik olayın ille de çığır açması gerekmez. Dramatik olaylar, eğer bir de televizyondan naklen yayınlanıyorlarsa, aslında olduklarından çok daha büyük ve önemli görünebilirler. Böyle olaylar bazen gerçekten de tarihin temposunu arttırabilir ya da yönünü değiştirebilirler. Ama, bir süre sonra olayların hızı, geçmişte bir çok kez olduğu gibi, kolaylıkla ‘mevsim normallerine’ dönebilir ve tarihin yönü eski rotasını – ya da onun yakın bir şeyi- bulabilir. 11 Eylül’ün dünya siyasetinde üzerindeki etkileri bir çok kişinin iddia ettiği gibi belki de gerçekten mesela Soğuk Savaş’ın sona ermesinin etkilerinden fazla olabilir. Ancak bugün olayın üzerinden henüz bunu kesin şekilde iddia edebilecek kadar zamanın geçtiği ve olaya ve sonuçlarına yeterince uzak bir mesafeden objektif bir şekilde bakılabildiği söylemek pek mümkün değildir. Bugün göründüğü kadarıyla 11 Eylül, mesela ne dünya tarihi için gerçek bir kırılma olan Birinci Dünya Savaşı, ne İkinci Dünya Savaşı ne de Soğuk Savaş’ın bitiminden daha önemli bir dönüm noktasıdır. Bir an için bundan altmış sene önce CNN ve internetin var olduğunu farzedelim. O zaman İkinci Dünya Savaşı denen şeyin büyüklüğünün 11 Eylül’ün kıyaslanamayacak kadar fazla olduğunu kabul etmek çok zor olmayacaktır. Akşam eve geldiğimizde televizyonda gördüğümüz Amerikan askerlerinin Bağdat’a girdiği haberi ile Alman askerlerinin Paris’te volta atmalarını, Irak devlet dairelerinin yağmalanması ile Holocaust’u, Bağdat’ın bombalanması ile Hiroshima’yı, Kürtlerin Kerkük’e girmesi ile Kızıl Ordu’nun tüm Doğu Avrupa’yı almasını karşılaştırmak bile doğru olmayabilir. Dolaylı etkileri de dahil edildiğinde bazı rakamlara göre 50 milyon insanın ölümü, yaralanması ya da sakat kalmasına yol açan; başka şeylerin yanında Amerika’yı dünya siyaseti ve ekonomisinin merkezine getiren; 40 küsur yıl dünya siyasetinin regülatörü olacak Soğuk Savaşı başlatan ve belki de en önemlisi, Avrupa’nın dünya siyasetinde en azından dört yüz yıldır süren hakimiyetine son veren ve onu yerle bir eden, nükleer silahların kullanıldığı bu savaşın, televizyonda seyretmesi ne kadar çarpıcı olursa olsun 11 Eylül’den daha az önemli bir dönüm noktası olduğu iddiası kulaklara çok inandırıcı gelmemektedir.

İnsanoğlu için için kendi yaşadığı zamanın özel olmasını ister. Tarihi perspektifi olmayanlar, bugünü anlamak için çok yakın geçmiş ve kendi kişisel deneyimleri dışında fazla bir referansı olmayanlar, genelde, kendi yaşadıkları dönemin biricik, geçmişten bağımsız ve ondan üstün olduğunu düşünmeye meyilli olabilirler. Öte yandan bu, tarihin bizi gelecekteki her türlü sürprize karşı hazırlayacağı ve onun geleceği anlamanın tek yolu olduğu anlamına da gelmemelidir. Gelecek, elbette, tarihi çok iyi bilenlerin öngörülerini de boşa çıkaracak kaprisler de yapacaktır. Gelecekte tarihin bile akıl erdiremeyeceği sürprizler olacaktır. Ancak bunun böyle olacağını da yine tarihin kendisinden öğreniyoruz. Tarih bize hiçbir şey öğretmese bile ‘mütevazi’ olmayı öğretmelidir. Roma ‘battı’ diye ille Amerika’nın da batması gerekmez. Ya da, Amerika da bir gün batacaksa bile bu ille Roma’nınkine benzer şekilde, benzer nedenlerle ya da bizim görebileceğimiz bir zamanda olması gerekmez. Tarih ve dolayısıyla gelecek, bizim tahmin ettiğimizden ve belki de anlayabileceğimizden çok daha zengindir. Tarih bize sadece, bugün Amerika’nın olduğu gibi, Roma’nın da, hakimiyetinin hiç bitmeyeceğini düşündüğünü hatırlatır. Ama bu tek başına, Amerika’nın da Roma’nın kaderine uğrayacağının garantisi olamaz. Sadece bize Amerika’nın, kendisinin sandığı kadar biricik olmadığını görmemize yardımcı olur. Yoksa tarih emretmez, yasa koymaz, ceza vermez. Sadece fısıldar, dikkat çeker ve tavsiyede bulunur. Tarihin tavsiyeleri de yanılmaz değildir. Daha da kötüsü, aslında tarihin neyi tavsiye ettiği her zaman açık da değildir. Tarih her şeyi ‘bilmez’ ama ondan daha çok ‘bilen’ başka bir şey de yoktur. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Nisan 14, 2003
 
G-ABD 14 Nisan
Amerika’nın Türkiye Fotoğrafı

Amerikan dış politikasının belirlenmesi, hemen her zaman, değişik dünya görüşü, fikir, model, çıkar, kurumsal ve kişisel bakış açılarının çatışmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu durum bir ölçüde Türkiye’ye politikası için de geçerlidir. Tek bir Amerika ve Washington olmadığı gibi, tek bir Türkiye politikası da yoktur. Değişik devlet kurumları, etnik ve ekonomik çıkar grupları Türkiye’ye yönelik politikayı kendi çıkar ve tercihlerine doğru ‘ucundan çekiştirmişler’ ve ortaya çıkan sonuç bazen tüm bu grupların istediğinden farklı olabilmiştir. Bütün bunları söyledikten sonra, her ne kadar yekpare olmasa da, Amerika’nın Türkiye’ye bakınca gördüğü resmin şöyle olduğu iddia edilebilir: Önemli sayılabilecek ve gelişme potansiyeli olan bir pazar; çıkarlarını genelde ABD ile uyumlaştırmaya yatkın stratejik bir bakış ve Amerika’nınkine benzer bir stratejik kültür; diğer Müslüman ülkelerin de örnek almasından mutlu olabileceği demokrat Müslüman bir model; Amerikan silahlarına ilgili ve önemli ölçüde bağımlı bir ordu; Amerika’ya önemli ölçüde sempati besleyen ve değişik derecelerde olsa da kendi çıkarları ile Washington’unki arasında önemli paralellikler gören siyasi, ekonomik, askeri elitler; ciddi şekilde penetre edilmiş bir medya; Amerika’nın çok önem verdiği (Orta Doğu), geçtiğimiz on yılda ilgisini adım adım arttırdığı (Kafkaslar) ve belki çok istemeden de olsa aktif olduğu (Balkanlar) bölgelerin göbeğindeki bir coğrafi konum ve özellikle 1990’larda Orta Doğu’ya askeri güç projekte etmede önemli işlevler gören İncirlik üssü; kırılgan, manipülasyona açık, ‘Washington’un ağzına bakan’ ve Amerikan finans kurumlarının belli oranda aktif olduğu bir finans piyasası; komşuları, AB ve diğer Müslüman devletlerle yaşadığı problemler ya da kuramadığı doyurucu ilişkiler nedeniyle Washington’la yakın olması gerektiğini düşünen ve İsrail ile geliştirdiği sıkı askeri işbirliği nedeni ile ‘özel ilgi’ gösterilmesi gereken ve kaybedilmesine tahammül edilemeyecek bir ülke.

Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının genel ve özelde çakıştığı noktalar olmakla beraber tarafların bu ortak çıkar ve amaçlara ulaşmada tercih ettikleri araçlar arasında giderek arttığı gözlenen farklılıklar bulunmaktadır. Çıkarlarda belli ortak yönler olsa bile öncelikler, hassasiyetler, tarzlar ve enstrümanlar arasındaki bu farklılıklar kısmen de olsa tartışarak ve müzakere ederek aşılabilir. Çıkarların farklı olduğu ya da açıkça çatıştığı konularınsa şimdiye kadar olduğundan daha açık yüreklilikle itiraf edilmesi gerekir. Ankara’nın Washington’la çok yakın bir elli yıl geçirdikten sonra, tam da en güçlü, tehlikeli ve pervasız olduğu bir dönemde ABD ile farklı çıkarlara sahip olduğunu farketmesinin ne sonuçlar verebileceğini şimdiden tahmin etmek güç görünmektedir. Önümüzdeki dönemde bu ülkenin dış politikasının genel yönü tartışılırken üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sorulardan biri şu olacaktır: Türkiye, ne ABD ne de AB’nin yörüngesine girmeden, ama bu güçlerden ve ‘dünyadan’ da uzaklaşmadan, stratejik anlamda ‘kendi ayakları üzerinde’ durabilir mi? Yoksa bu bir hayaldir de ‘üçüncü dünyanın’ ve Orta Doğu’nun bir kere girildi mi kurtulunması imkansız anaforlarına savrulmamak için sırtımızı mutlaka büyük bir güce mi dayamalıyız? (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Nisan 09, 2003
 
G-ABD 10 Nisan
Türk Dış Politikasının Modernleşmesi Üzerine Yuvarlak Düşünceler

Türk dış politika oluşturma ve uygulama mekanizmalarının, sayıları giderek artan, karmaşıklaşan, Türk halkının refahı ve güvenliği açısından önemi giderek artan mesele ve gelişmeleri daha modern kurumlar, kavramlar, personel ve politikalarla karşılaması gerekmektedir. Sadece dış politika seçenekleri üzerine değil, nasıl dış politika yaptığımız üzerine de daha fazla kafa yormalıyız. Dış politika sürecimize eleştirel gözle bakma ve eksik, hatalı ve zayıf yönlerimizi geliştirmeye daha bilinçli ve yoğun çaba harcamalıyız. Başta önde gelen Batılı ülkeler olmak üzere diğer ülkelerin dış politika yapma kurum, süreç, metot, norm ve alışkanlıklarını derinlemesine tahlil etmeli, tartışmalı ve bunlardan kendimize uyarlayabileceklerimizi ‘ithal etmeliyiz.’ Farkında olsak da olmasak da günümüzde ülkeler artık sadece teknolojik, ticari ve askeri konularda değil dış politika yapma kaliteleriyle de rekabet halindedirler. Dış politika yapma süreçlerini modernleştiremeyenler ve verimli, kaliteli, ucuz ve karlı dış ve güvenlik politikaları üretemeyenler, diğer bir çok alanda olduğu gibi, ‘yolun kenarına atılma’ riskiyle karşı karşıya kalabilmektedir. Doğru dış politika ile yanlış dış politika arasındaki fark ülkenin refah ve güvenliği üzerinde çok büyük sonuçlar yaratarak kendini gösterebilmektedir. Türkiye’nin milli ve sosyal çıkarları ve Türk dış politikasının temel amaçları üzerine daha demokratik, bilgili ve seviyeli bir entelektüel tartışmaya ihtiyaç vardır. Neyi niçin istediğimizi ve bunlara ulaşmanın en rasyonel yollarının neler olduğunu daha yoğun tartışmalı ve gerekirse maliyeti ve riski yüksek bazı reflekslerimize söz geçirebilmeliyiz. Bunun yanında spesifik siyaset tercihlerinin deneme-yanılma yoluyla, karanlıkta ‘el yordamıyla’, doğaçlama, ‘göz kararı ile’, ‘yarım yamalak’ bilgi, istihbarat ve analize dayanarak, günü birlik kararlarla ya da çok önce alınmış ve sonradan geçerliliği sorgulanmadan ‘otomatiğe bağlanmış’ kararlarla yapılmaması ve daha geniş, ayrıntılı ve derinlemesine tartışılmış seçenekler içinden belirlenmesinde uzmanlaşmanın önemli katkıları olabilir. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla iddia edilebilir ki, sınırlı bilgi ve tecrübe sahibi olmasına rağmen her konuda yorum yapan çok sayıda yorumcumuz olmasına rağmen, belli konuları derinlemesine ‘bilen’, yabancı lisanlara hakim, çok seyahat eden, başta komşular olmak üzere diğer ülkelerin tarihini, siyasi ve sosyal yapısını ‘anlayan’ yeterince dış politika ve güvenlik uzmanımız yoktur. Bu eksiklik sadece devlet kurumlarında değil, medya, üniversite ve araştırma kurumlarında da görülmektedir. Ayrıca işler kendi haline bırakıldığında bu tür yeterince insan gücü yetişmediği ve bu konuda devletin, eğitim kurumlarının, özel sektörün özel çaba harcaması gerekmektedir.

Dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi sürecinin kurumsal yapısında da modernleşmeye gitme ihtiyacı bulunmaktadır. Kurumlarımız gerek tek tek, gerekse ortaklaşa olarak, kendilerini gelişmelerin hızı oranında yenileyememektedir. Bilgi toplama ve istihbarat (information-gathering and intelligence), ayıklama (sifting), işleme (processing), analitik kabiliyetlerimizde ve süreçlerimizde (analyisis), tartışma (debating), opsiyon oluşturma (option-formulation), tekrar tartışma, karar alma (decision-making), uygulama (implementation), uygulamayı takip etme (monitoring), zamanında ve uygun şekilde gelen geri-beslemelerden (feedback) sonra kararlarımızı gözden geçirme (reviewing), politikalarımızı Türk ve dünya kamuoyun satma (public diplomacy), yeni enformasyon teknolojilerini kullanmada (communication), kurumlar ve hatta kişiler arasında koordinasyon sağlamada (coordination), kurumlar arası işbirliğinde (cooperation), beraber çalışmada, bilgi ve fikir alış-verişinde (exchange), personel seçimi (recruiting) ve eğitimimizde (training), başta Meclis olmak üzere demokratik kurumları, medyayı ve kamuoyunu dış politika sürecine daha bilgili ve katkı yapar şekilde dahil etmede kat etmemiz gereken çok mesafe olduğu açıktır. Türk dış politika yapma süreçlerinin gelişimini ve bu labirentin koridorlarını ayrıntılarıyla bilecek kadar ‘içerden,’ hem de yenilik ihtiyacının farkında olan ve eleştirel olabilecek kadar ‘dışarıdan’ kişilerden (tecrübeli politikacılar, faal ve emekli sivil ve askeri bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler, araştırmacılar ve işadamları) oluşacak bir grubun yazacağı ayrıntılı ve sonunda öneriler de içeren bir rapor böyle bir tartışmanın tetikleyicisi olabilir.


Cuma, Nisan 04, 2003
 
G-ABD 4 Nisan
Türk-Amerikan İlişkilerinde ‘Tüccar Mantığı’ – ‘Veresiye Satan, Peşin Satan’

Türk-Amerikan ilişkileri Irak krizinden önce belki de olması gerekenden de fazla ‘ataerkil’ bir görüntü çiziyordu. Türkiye Washington’a ‘saygıda kusur etmiyor’, Washington da kendince Türkiye’yi ‘görüyor’ ve temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. İki taraf da ilişkinin uzun ve neredeyse hiç bitmeyecek ya da bozulmayacak olduğunu varsayar gibiydi. Mesela Washington’da, ‘Ankara’ya IMF’de destek verelim nasıl olsa ondan ileride isteyeceğimiz şeyler olacaktır’, Ankara’da ise ‘Washington’u kızdırmayalım, başımız sıkıştığında döneceğimiz başka kim var?’ diye düşünülüyordu. İki taraf da birbirine bazı destek, kolaylık ve ‘kıyaklarda’ bulunuyor ancak bunun muhasebesi pek net, anında ve yüksek sesle tutulmuyor ve daha çok iki tarafın kendi zihnindeki ‘hesaba yazılıyordu.’ Ancak zamanla taraflar karşı tarafa tam söylemeseler de aldıklarının verdiklerinin epey gerisinde kaldığını düşünmeye başladılar. Ankara Washington’un kendini kullandığını ama bunun karşılığı olarak sunduklarının ‘masrafı bile kurtarmadığını,’ Washington ise Ankara’ya yaptığı siyasi, ekonomik ve askeri yatırımın özellikle Irak’taki getirisinin hayal kırıklığı yarattığını düşünmeye başladı. Bu noktada Türkiye’nin ‘artık babaevini terkedip artık kendi ayakları üzerinde durması’mümkün ve arzulanan bir şey midir?

Acaba ilişkide daha tüccar, daha karşılıklık ilkesine dayalı, daha serbest, ne kadar mümkünse o kadar eşit ve adil, fazla bağlayıcı olmayan, her zaman her koşulda beraber hareket edilmesi şart olmayan ve işbirliğinin çıkarların ve eğilimlerin kesiştiği alanlarla sınırlı olacağı daha ‘seviyeli’, mesafeli, ‘fazla laubali olunmayan’ bir formata geçilmeli midir? İlişki hem ekonomik hem de siyasi anlamda ‘veresiye kabul etmeyen bir müessese’ haline dönüşebilir mi? İki taraf arasındaki ‘güven kredisi ve likiditesi’ sınırlı böyle bir ilişki şüphesiz geçmişe oranla çok daha az ‘ciro’ yaratacaktır. Ancak tarafların ‘defterleri’ arasındaki farklılıklardan kaynaklanan tartışmaların yaşanmasının önüne geçilebilecektir. Bu tür bir ilişkiye geçilmesi 1) mümkün müdür? 2) Bu Türkiye açısından tercih edilmeli midir? 3) Halihazırda zaten böyle bir trend olduğu söylenebilir mi?

Göründüğü kadarıyla Tony Blair ve bir ölçüde Colin Powell Birleşmiş Milletler’i Irak’ta işin içine bir şekilde sokmak istiyorlar. Bunun harekatın meşruiyetini savaş sonrasında da olsa arttıracağını, yeniden inşa sürecine harekata muhalif ülkeleri de katacağını ve maliyet ve risklerin eşit olmasa da paylaşılacağını umdukları anlaşılıyor. Cheney ve Wolfowitz ise bunun Amerika’nın Irak’a istediği şekli vermesini engelleyeceğine inanıyorlar. Şahinler insani yardım konusunda BM’nin oynayabileceği bir rol olacağını görüyorlar. Ve hatta belki savaş sonrasında Irak’ın silahsızlanması konusunda BM denetçileriyle beraber de çalışmak da isteyebilirler. Ancak siyasi konularda BM ile paylaşmak istedikleri bir şey yok. Şahinlere göre bu savaşı onlar kazanmış olacaklar, o halde ‘düdüğü de onlar çalmalı.’ Bu grup Irak yönetimini Amerikan Dışişileri Bakanlığı’na bırakmamaya da kararlı görünüyor. Eğer istediklerini gerçekleştirebilirlerse Irak’ta kurulacak yönetimin toplantıları personel açısından American Enterprise Institute toplantılarına epey benzeyebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Nisan 02, 2003
 
G- ABD 2 Nisan
Askeri Bir Deney Olarak Irak Harekatı

Savaş kararı almak ve bunun şekil ve zamanını saptamak, askeri gücü hasımlarından fersah fersah ötede olan Amerikan Başkanı ve Savunma Bakanı da dahil olmak üzere hemen her devlet adamı için kariyerinin en önemli noktasıdır. Rumsfeld Irak harekatını geleceğin ordusunu yaratmak için bir laboratuar ve ‘teşhir salonu’ olarak tasarlamıştı. Rumsfeld’in Irak harekatında kullanmayı umduğu, ve beklendiği gitmeyen bir çok şey olsa da, aslında tamamen başarısız olduğunu söylemek için aslında henüz bir parça erken olan güç şöyleydi: Nisbeten küçük, hafif, çevik, esnek ve dolayısıyla savaş bölgesinde hızla konuşlandırabilen; savaş alanında hızlı manevra yapabilen; kara, hava, deniz, özel kuvvetler arasında koordinasyonun üst seviyede olduğu; hedefi tam isabetle vuran silahlar, yüksek iletişim teknolojisi ve hem uydu hem de savaş alanındaki insani kaynaklardan gelen ileri derecede istihbarata dayalı; ‘şok ve dehşet’ edici kesinlik ve şiddette hava bombardımanı desteğiyle büyük ölçüde yakın çarpışmaya girmek zorunda kalmadan ilerleyen ve iradesini kabul ettiren, dost ve düşman herkesi kendine hayran bırakan, ABD’ye ‘yan bakılmayacağı’ düşüncesini yaygınlaştıran bir askeri güç. Rumsfeld taşıması zor ve zahmetli, manevra yeteneği sınırlı, lojistik ihtiyaçları yüksek ve maliyetli kara ve zırhlı birlikler ve ağır toplardan olabildiğince az kullanamaya çalışarak bir plan hazırlanması için Tommy Franks dahil kendi generallerini sürekli sıkıştırdı.

Rumsfeld yaradılış itibariyle yeniliklere – belki de bir parça gereğinden de fazla -açık, kalıplaşmış düşünceleri sarsmaktan hoşlanan ve muhtemelen özel sektörde geçirdiği yıllarda elde ettiği tecrübelere dayanarak Amerikan ordusunu daha azla daha çok şeyi daha hızlı yapmaya zorlamak gerektiğini düşünen bir Savunma Bakanı. Ama acaba Rumsfeld Amerikan ordusunu dönüştürmeye çalışırken biraz fazla mı ileri gitti? Belki de ordunun ille de ekonomik olması gerekmiyor ve savaş sürprizlere açık bir alan olduğu ve başarısızlığın hem insani hem de siyasi maliyeti çok çok büyük olduğu için aslında Rumsfeld’in olmak istediğinden çok daha ihtiyatlı olmak gerekmekte ve kenarda her ihtimale karşın daha fazla güç bulundurmak gerekmektedir. Rumsfeld’in, aynen Vietnam savaşının doğasını anlayamayan dönemin Savunma Bakanı McNamara gibi, ‘kafasında şatolar kurduğu’ ve savaşın tahmin ve kontrol edilemez yönlerini yeterince dikkate almadığı iddia edilebilir. Amaç sadece Irak rejimini caydırmak ya da cezalandırmak ya da sadece bir ülkenin bir kısmını işgal etmek olsa idi, bu büyüklük ve şekildeki bir güç yeterli olabilirdi. Ama amaç rejimi devirmek, Irak’ı işgal etmek, ilk etapta petrol alanlarını ve Irak’ın Batısında İsrail’i füzelerle tehdit edebilecek bölgeyi ele geçirmek, değişik etnik gruplar ve komşular arasında dengeyi ya da ona yakın ya da benzeyen bir şeyi gözetmek, Irak halkına olabildiğince hoş görünmek, yeni bir düzen kurmak, altyapıyı olabildiğince korumak, olabildiğince hızlı, iki taraf için de az kayıplı, ucuz, sadece ateş gücü ile değil uyguladığı yeni taktik ve tekniklerle de etkileyici bir zafer kazanmak olduğu için amaçlarla araçlar arasında bir mesafe oluştuğu iddia edilebilir. Bütün bunlara, savaşa planlananın dışında bir şekilde başlanması sonucu Washington tarafından arzu edilen kadar şok edici bir giriş yapılamaması, Irak halkının zannedildiği gibi Amerikan askerlerini çiçeklerle karşılamaması ve Saddam’a bağlı güçlerin gerilla taktiklerini beklenenden önce ve etkili kullanmaları da eklenince Amerikan tarafı beklediğinden epey farklı bir savaşla karşı karşıya kaldı. Esas hedef olan Bağdat’ın harekat merkezi Kuveyt’e olan uzaklığı, ikmal hatlarının uzunluğu ve paramiliter güçlerin saldırlarına karşı korunmasının yarattığı ek zorluklar, hava şartları, Türkiye ile anlaşılamaması sonucu Kuzey cephesinin açılamaması gibi faktörler bu harekatın daha yüksek sayıda ve yakınlıkta kara gücü olsa idi daha başarılı olacağını düşündürtmektedir. Rumsfeld, umduğu kadar hızlı, ucuz ve kolay bir zafer kazansa idi bu modeli başka yerlerde de kolayca kullanabilecekti. Ve hatta bu etkileyici başarı başka ülkelere karşı belki de hiç savaşmadan ABD’nin siyasi amaçlarına ulaşmasını sağlayabilecekti. Powell Doktrini’nin şahinler için problemi ise maliyeti ve Amerikan halkına külfeti nedeniyle sık sık tekrarlanabilir olmaması. Her yıl bir Körfez Savaşı yapamazsınız. Ama bu işi az sayıda askerle yapabilir ve ucuza getirebilirseniz önümüzdeki baharda K. Kore’ye de benzerini düzenleyebilirsiniz. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Nisan 01, 2003
 
G- ABD 1 Nisan
‘Kürt devleti’ ihtimali üzerine kötümser senaryolar

Türkiye’nin bütün siyasi ve sosyal enerjisini Kürt devleti kurulmasını engellemeye harcaması ne kadar yanlış ise, böyle bir ihtimalin hiç olmadığını, ABD’nin kesinlikle bu yola girmeyeceğini ve Kürt devleti kurulmasının Türkiye için önemli bir tehdit içermediğini iddia etmek de yanlıştır. Kürt devleti bölgede sadece Türkiye için değil ama en çok Türkiye için bir istikrarsızlık kaynağı olabilir. Türkiye içindeki son dönemde önemli adımlar atılmış barış ve huzur ortamını tekrar çatışmaya sürükleyebilir. Böyle bir devletin oluşması süreci ve sonunda kurulması Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine derin ve belki de kalıcı bir darbe vurabilir. Yine bu süreç Türkiye’yi kontrol dışı refleslere sürükleyebilir ve demokratik sürecin darbe almasına ve aşırı milliyetçi bir dalganın siyasete hakim olmasına yol açabilir. Batı tarafından anlaşılmadığını, değerinin bilinmediğini, haksızlığa uğradığını ve hatta kandırıldığını düşünen Ankara, Kıbrıs ve AB gibi konularda ödün vermekten tamamen kaçınabilir.

‘Kürt devleti’ ihtimali üzerine kötümser senaryolar şunlar olabilir: 1) Iraklı Kürtler Kerkük’ü tek başlarına ya da Amerikan desteğiyle askeri güç kullanarak ele geçirirler. 2) Türkiye, ABD’nin ve Batı’nın uyarı ve tehditlerine rağmen K. Irak’ta sınırlı veya büyük çaplı bir harekata girişebilir. Bir noktada durmak veya geri çekilmek zorunda bırakılır. 3) Iraklı Kürtler belki askeri olarak değil ama savaştan sonra yoğun sivil nüfus hareketiyle Kerkük’teki nüfus dengesini ciddi şekilde kendi lehlerine değiştirirler ve bunun sonrasında yapılacak nüfus sayımında bölgedeki sayılarıyla orantılı olarak ezici bir temsil hakkı elde etmekte ısrar ederler. 4) Orta ve uzun vadede Iraklı Kürtler, ekonomik sorunları giderek derinleşen Suriye ile anlaşırlar ve ucuz petrol karşılığı denize çıkış hakkı alırlar. 4) Amerikan askeri gücü K. Irak’a kalıcı olarak yerleşir. 5) Amerika bölgeden kısmen ya da tamamen çekilse bile Kürt devletinin güvenlik garantörü olur. 6) Uluslararası toplum Kürt devletinin garantörü olur. 7) Kürtler Saddam güçleri ile savaşa girerler. Karşılıklı olarak çok sayıda can kaybı, intikam cinayetleri ve talan olur. Belki Saddam son anda can havliyle kimyasal silah kullanır ya da kendi bölgesinde yaşayan Kürtlere kıyım yapar. Kürtler de bu noktadan sonra Irak’ın parçası olarak kalamayacaklarını iddia ederek bağımsızlık ilan ederler. 8) Savaş Washington’un istediği şekilde sonuçlanır. Ancak savaş sonrasında Kürtler ile diğer Iraklı gruplar arasında derin görüş ve çıkar ayrılıkları ortaya çıkar. Gevşek federasyon giderek çözülür ve Kürtler Irak devletinden ayrılırlar. 9) Kürt gruplar diğer muhalif gruplardan daha organize oldukları ve aralarındaki çelişkileri kısmen de olsa aştıkları için savaş sonrası dönemde Bağdat’taki yönetimde nüfuslarının oranının ötesinde politik bir rol alırlar. Kazandıkları bu güçle yeni Irak rejimini Türkiye aleyhtarı bir yörüngeye oturturlar. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)