TurcoPundit

US foreign policy and Turkish-American relations
ajp1914@yahoo.com
Home
Foreign Press Review
Şanlı Bahadır Koç


This page is powered by Blogger. Isn't yours?
Pazar, Aralık 28, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 28 Aralık
Iraklı Kürtler - 3

Bazı politikalar sadece eski olduğu için eleştirilmektedir. Politikalar sürekli bir gözden geçirmeye tabii tutulmalıdır ama bu sık sık değiştirilmeleri anlamına gelmemelidir. Bazen politikada sebat göstermek, ısrar etmek gerekir. Türkiye Irak’ta federasyona “razı olacaksa” bile bunu hemen mi yapmalı, yoksa aylar hatta yıllar sürecek bu sürecin ilerleyen dönemlerinde “pazarlık marjı” olarak saklamalı mı? Eğer Türkiye şimdiden ya da çok erken federasyonu kabullenebileceği şeklinde sinyaller verirse bu Kürtleri daha ileri taleplerde bulunmaya –daha doğrusu mevcut maksimalist taleplerinde ısrarcı olmaya- teşvik edebilir. Türkiye bu sürecin esas aktörlerinden biridir. Dışarıdan böyle değilmiş gibi davrananlar, Türkiye’nin buna hakkı ve gücü olmadığını iddia edenler çıkacaktır. “Size ne, niye karışıyorsunuz” denecektir. Bu tür ifadeler Türkiye’yi Irak’taki çıkarları konusunda bir komplekse sokmamalıdır. Türkiye’nin nasıl bir Irak ortaya çıkacağı ile ilgili önemli, meşru ve kalıcı çıkarları vardır. Türkiye emperyal bir güdü ile değil, savunmacı bir güdü ile baktığında Irak’ın geleceğinin – hadi bir klişe ile ifade edelim – sadece Iraklılara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu görmektedir.

“Kırmızı çizgilerin aşılması” ve Süleymaniye olaylarının, başka şeylerin yanında, Türkiye’nin gerektiğinde bağımsız hareket etme iradesi, kendine duyduğu güven ve çıkarlarını sınırlarının ötesinde çizme isteğine yapılmış hareketler olması muhtemeldir. Ankara “kırmızı çizgilerinin” aşılmasına ve Süleymaniye olayına yeterince güçlü ve hızlı bir tepki verememiş olmanın ezikliği içindedir ki, aslında diğerleri için en tehlikeli aktörler de bunlardır. Bu iki olayda kendi performansından yeterince memnun olmayan Türkiye takip edecek benzer bir krizde bu sefer sert, ani, orantısız ve kontrolsüz bir tepki verebilir. Robert Jervis de, bir önceki krizde geri adım atan aktörlerin, eğer bu durum yapısal bir sınırlılıktan ya da güçsüzlükten kaynaklanmıyorsa, takip eden krizde bir önceki zayıf tepkisinin bir trend değil anomali olduğunu kanıtlamak için – genelde karşı tarafın beklentisinin aksine- geri adım atamayacağı, ön almaya çalışacağı ve orantısız bir tepki verebileceğine işaret etmiştir. Diğer aktörler Ankara’nın belki önceden “gözlerinde büyüttükleri” kadar ciddi ve önemli bir oyuncu olmadığını, oldu bittiler, salam taktikleri, gizli ve açık tehditler ve “kol bükmelerle” “yola getirilebileceğini” düşünebilirler. Türkiye, böyle düşünmenin yanlış olabileceğini ve olayları iki tarafa da zarar verebilecek noktalara taşıyabileceğini, güçlü ve inandırıcı bir sesle, en üst düzeyde, tekrar tekrar, değişik kanallardan ve arkası somut jestlerle desteklenmiş bir şekilde ifade etmelidir.

Türkiye kısa vadeyi de kapsayan bir dönemde Irak’a askeri olarak müdahale etme durumu ile kalabileceğini hesap etmeli ve bu yönde hazırlıklı olmalıdır. Hangi durumlarda, nereye, hangi büyüklükte güç projekte edilmesi gerekebileceği, bunun için gerekli askeri kapasite, diplomatik hazırlık, organizasyonel altyapı gibi konularda senaryo, simülasyon, tatbikat, trend analizi ve istihbarat çalışmaları yapılmalıdır. “O gün” geldiğinde/gelirse Türkiye bu konuda hazır ve otomatik olarak uygulanacak olmasa da üzerinde düşünülmeye başlanacak askeri planları olmadan yakalanmamalıdır. Güç kullanma konusunda böyle bir gereklilik belki hiç ortaya çıkmayabilir ya da Türkiye’nin karşı aktörlere ileteceği kararlılık, yeterlilik ve hazırlıklılık (readiness) sinyalleri diğer aktörler tarafından doğru algılanarak bu gerekliliği ortadan kaldırabilir ya da erteleyebilir. Türk istihbarat ve askeri planlamacıları bu yönde planlara öncelik vermeli ve kaynaklarını bu amaca hasretmelidir. Şu iddia edilebilir ki, Kürtlerin bir devlet kurması ile aralarındaki en büyük ve belki de tek ciddi engel Türkiye’dir. Bu hiç de gurur duyulacak, imrenilecek ve hoşlanılacak bir durum değildir ama uluslararası politika bazen devletleri böyle zor ve gerekli görevlerle baş başa bırakabilmektedir. Amerika’nın Irak’taki varlığının Türkiye’nin tek taraflı bir adım atmasını çok fazla zorlaştıracağı doğrudur ama bunu tamamen imkansız hale getirdiğini düşünmek bizi bir tür gevşekliğe ve tevekküle sürükleyebilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Aralık 26, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 26 Aralık
Iraklı Kürtler - 2

Iraklı Kürtlerin anayasa tasarısı nihai ya da ona yakın bir pozisyonu mu yansıtıyor, yoksa Bağdat’taki yönetim üzerindeki güçlerinin bir kısmından vazgeçmeyi bir pazarlık marjı olarak mı saklamaktadır? Mevcut tasarı hem kendi işlerine diğer Iraklıları sokmaya yanaşmazken, bir yandan Bağdat’ta ciddi bir rol sahibi olmayı amaçlamakta, hem de coğrafi olarak maksimalist bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Kürtler ne bunun ne de buna yakın bir şeyin hemen hiç kimse tarafından kabul edilmeyeceğini biliyor olmalıdırlar. Acaba bu noktada doğacak bir tıkanıklığı “o zaman bize eyvallah” diyebilmek için kullanmayı umuyor olabilirler mi? Kürtlerin attıkları bu anayasa hamlesi, uluslararası diplomatik arenada en becerikli Irak’lı etnik grup oldukları yönünde zaten var olan imajı daha da güçlendirecek türdendir. Iraklı Kürtler “ön alarak,” tartışmanın parametreleri belirlenirken esas ya da önde gelen referans noktasının kendi taslakları olmasını sağlayabilirler. Iraklı Kürtler, bazı “Türk büyüklerinin” sık sık –ve sonuçta Türkiye’yi zihinsel anlamda uyuşturan şekilde- garip bir zevkle tekrarladıkları gibi hala büyük ölçüde aşiret toplumu olsalar bile, yurtdışındaki geliştirdikleri ilişkiler ve kurdukları şebekeler, en azından son dönemde diplomatik zamanlama konusundaki performansları, “üstyapı” ve elitler itibariyle önemli bir aşama içinde olduklarını düşündürtmektedir. Artık karşımızdakileri küçümsemek yerine gösterdikleri performansa saygı duymak ve bunun gerektirdiği ciddiyet ve konsantrasyonu göstermek zorundayız. Bu da sadece “Kerkük Türk’tür Türk kalacaktır” gibi sloganların arkasına gizlenmenin yerine, diplomatik alanda, anayasanın şekillenmesi konusunda, ekonomik konularda, argüman üretme ve geliştirme konusunda, istihbarat açısından daha yaratıcı olmayı gerektirir.

Iraklı Kürtlerle Türkiye arasında bir irade mücadelesi zaten var olduğu gibi zaten olması da gerekir. Türkiye açısından Iraklı Kürtler düşman değildir ama rakiptir ve başka bir coğrafya da yaşıyor olsalar sempati duyulabilecek bağımsızlık istekleri Ankara için potansiyel bir problem kaynağıdır. Bu iki aktörün Irak tasavvurları arasında ciddi farklar vardır. Bu farkı küçümsemek, yok saymak, gereksiz ya da yanlış bulmak, ancak bunun nedenleri, şimdiye kadar olandan faklı olarak, ayrıntılı ve inandırıcı bir şekilde ortaya konabilirse mümkün olabilir. Türkiye’nin Irak’ta Kürtlerinki ile uyuşmayan ama diyalog, mütevazilik ve rasyonellik yolu ile uyuşabilecek çıkarları vardır. Statükonun kendinden menkul –ama sınırsız da olmayan- bir meşruiyeti vardır ve Kürtler kendi taleplerine karşı koyan Türkiye’nin bakışının tamamen temelsiz olmadığını görmelidir. Bölgenin ama özellikle Türkiye’nin hızlı ve radikal bir değişime tahammülü yoktur. Burada daha önce de belirtildiği gibi Türkiye’ye “kendi evini düzene koyma” fırsatı vermeyecek kadar hızlı gelecek bir değişim isteği Türkiye açısından direnç görecektir. Kürtler sabırsızlıklarına ket vurmalı, aşırı taleplerden kaçınmalı, bugünkü durumu son on yılda kazandıkları kazanımları arttırmak için kaçırılmaması gereken bir “fırsat penceresi” olarak değil, o kazanımların bir kısmından ödün vererek meşrulaştırmak gerektiğini görmelidirler. Olayların istenmeyen ve önceden tahmin edilemeyecek mecralara savrulmaması için herkese bir rol düştüğü doğru ise de, öyle olmadığı halde son düzlüğe girdiklerini düşünerek erken ve aşırı hamleler yapmaktan kaçınması gereken Kürt liderlerin göstermesi gereken sorumluluğun önemi her şeyden fazladır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Aralık 25, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 25 Aralık
Korku ve Dış Politika

Endişe, kötümserlik, “her şeyden nem kapmak,” bazen gösterilmek istenenin aksine, Türkiye’ye özgü bir dış politika bakışı değildir ve -bir ölçüde ama tamamen değil- AB üyeleri hariç, dış ve güvenlik politikalarının evrensel temelini oluşturan “sabitlerindendir.” Bu, başkalarının sürekli Türkiye’nin “kuyusunu kazdıkları” anlamına gelmez ama bunu yapıp yapmadıklarını kesin olarak bilemeyeceğimiz ve bu nedenle de kötümser ihtimalleri hep hesaplarımızın baş köşesinde tutmamız gerektiği anlamına gelir. Kötümserlik dış politikanın belki ilkel ama hala geçerli, meşru ve gerekli bir unsurudur. Türkiye’de kötümserliğe hak ettiği entelektüel saygınlığı tekrar kazandırmak gerektirmektedir.

Çok sık tekrarlanan ama bu nedenle daha az da doğru olmayan bir klişe ile belirtmek gerekirse, Türkiye’nin yaşadığı bölge kötümser ve ihtiyatlı olmanın gerekli olduğu bir bölgedir. Buna Türkiye’nin Batı ile yüzyıllardır yaşadığı inişli çıkışlı ilişki, Batı ile kültürel farklılıkları, Türkiye’nin milli devlet olma evrimini henüz tamamlayamamış olması, Türkiye’nin yaşadığı bölgenin Batı tarafından yoğun ve sorunlu bir şekilde penetre edilmiş olması, Türkiye’nin Batılı ülkelerle arasındaki asimetrik bağımlılık ve ekonomik güç farklılığı, Batı’nın son elli yıldan farklı olarak artık Türkiye’ye tolerans ve muafiyet göstermeyebileceği gibi faktörler de eklenince başkalarının niyetlerinin göründüğünden, göstermek istediklerinden farklı olabileceğinden şüphelenmek ya da ille öyle değilse dikkatsizce atabilecekleri bazı adımların Türkiye için çok ciddi ve geri çevrilemez olumsuz sonuçları yaratmasından çekinmek yanlış bir şey olmayabilir.Yanlış olan ise korkunun etrafı ayrıntılı takip etmek, olanları analiz etmek, gerekli adımları atmak için organize olmak ve inisiyatif almak için gerekli olan algı ve zihni melekelerin felç olmasıdır.(Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Çarşamba, Aralık 24, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanızz lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 24 Aralık
Irak’lı Kürtler

Iraklı Kürtler bu ülkedeki diğer gruplara güvenmemek için anlaşılır bazı nedenlere sahip olabilirler. Ama Kürtlerin son bir yıl içindeki tavır ve politikaları da Türkmenler ve Araplara güven telkin etmemektedir. Kürtlerin mevcut tutumu,Yugoslavya’da hep başat konumda olmuş Sırplar’dan ciddi bazı farklılıklar taşısa da, “nerede Sırp varsa orası Sırbistan’dır” söylemine yakın bir çizgiyi kendilerine uyarladıkları endişesi yaratmaktadır. Kürtler’e Kürt oldukları için ya da Türk olmadıkları için değil, mükemmel olmasa da on yıllardır alışılmış bir düzeni – haklı ya da haksız nedenlerle, doğru ya da yanlış şekilde- değiştirmeyi arzuladıkları için frenlemeye çalışmak Ankara için meşru ve sanılanın aksine imkansız olmayan bir politika seçeneğidir. Sert, “şahin” ama altı ve arkası doldurulmayan politikaların alternatifi teslimiyet, yılgınlık, suçluluk duygusu veya “paralize olmak” değil; istihbarat, diplomasi, askeri güç, ekonomik güç, “bilgi operasyonları,” kurumlar arasında koordinasyon gibi unsurlardan oluşan bir strateji üretmektir. Türkiye’nin K. Irak’taki kendi adına olumsuz ve riskli gelişmeleri artık engelleme ve etkileme gücü olmadığı ve hatta bu yönde bir fırsatın hiç olmadığı, artık yapılacak tek şeyin Iraklı Kürtlerin taleplerini kabullenmek ve hatta desteklemek olduğu iddiası doğru değildir. Türkiye, önlemek için artık/şu an yeterince destek olmadığı düşünülebilecek federasyon yönündeki gelişmeleri engelleyemeyecekse ya da engellemek istemiyorsa, tamama yakını Kürtlerden oluşan bölgelerin Kürt bölgesi olması, ama Türkmen ve Arapların önemli sayıda oldukları ya da çoğunluğu oluşturdukları bölgelerin Bağdat’a bağlı olması şeklinde bir formülü –belki direk değil ama dolaylı olarak- gündeme getirebilir:

Türkiye’nin K. Irak’taki istihbarat altyapısının çok zayıf olduğu, Kürt grupların attıkları –aslında her zaman çok gizli de olmayan- adımlarının önceden haber alınamadığı ve buna karşı hazırlıkların yapılamadığı, Türk istihbaratının bu yönde daha aktif olma konusunda siyasi irade tarafından yeterince güçlü bir şekilde yönlendirilmediği görülmektedir. Türkiye bölgeye yönelik haber alma, insani ve elektronik istihbarat altyapısı oluşturma, psikolojik operasyonlar düzenleme, propaganda ve tanıtım faaliyetleri yapma, gerek Kürtler gerekse diğer Iraklılarla diyalog ve işbirliği içine girme, Irak’ın geleceği ile ilgili vizyonuna yerel ve uluslararası taraftarlar bulma gibi konularda şimdiye kadar olduğundan daha yüksek bir performans göstermek zorundadır. Türk medyası da sürekli dört-beş Kürt lideri ekranlara taşımanın yanında, “sokaktaki Kürt’ün” hayatını; son dönemde bu hayatta ne gibi değişiklikler olduğunu; Kürtlerin dünyaya bakışında neyin nasıl değiştiğini; okullarda ne öğretildiğini, kahvelerde ne konuşulduğunu; Kürt grupların ABD, AB, İsrail, İran ve Araplarla ilişkilerinin şekil ve düzeyini; mülteci kamplarında hayatın nasıl olduğunu; Iraklı Kürtlerin televizyonda ne seyredip gazetede ne okuduğunu; Türkiye’ye nasıl baktığını; Iraklı Kürtlerin ekonomik durumunu ve gelir kaynaklarını; Barzani-Talabani ikilisinin gücünün kaynaklarını ve bunu kullanma biçimlerini; bu iki aşiret liderinin diğer aşiretlerle ve Kürt milliyetçiliği ile ilişkilerini; Türkiye bağımlılıklarının düzeyi ve geleceğini; hangi devlet aygıtlarını nasıl kurduklarını, bu konudaki başarıları ve eksiklerini; içlerindeki azınlıklara nasıl davrandıklarını; askeri güçlerini; Türkiye’deki Kürtlerle ilişkilerini; PKK’ya genel bakışlarını ve bu örgütle işbirliği ve çelişkilerini; Iraklı Kürt aydınların kimler olduğunu, hangi konularda ne düşünüp ne yazdıklarını; Kürt liderlerin karar alma yöntem ve mekanizmalarını ve Türkiye ile bir uzlaşmaya açık olup olmadıklarını Türk kamuoyuna yansıtması gerekir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)



Salı, Aralık 23, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

Askerî Alanda Devrim - Askerî Bir Senfoni
Şanlı Bahadır Koç·


ABD’nin dış politikasının militarizasyonu ile askerî güç, ABD dış politikasının giderek daha önemli bir unsuru olmaktadır. Buna ABD’nin tehdit algılamalarındaki değişiklik kadar rakipsiz askerî gücü kullanmasının kolaylaşması ve ucuzlamasının, buna alışmasının, bunun sonuç verdiğini görmesinin neden olduğu söylenebilir. Bu gücün büyüklüğü kadar kalitesi, hızla konuşlandırılabilmesi, fazla kayıp vermeden başarıya ulaşılması -en azından geleneksel savaşta- Amerikan askerî gücü karşısında durulamayacağı şeklinde genel bir izlenim oluşturmaktadır. Bu yazıda geniş fırça darbeleri ile Amerikan askerî üstünlüğünün kaynakları, bu üstünlüğün geleceği ve genelde ABD'nin öncülüğünde ve hatta tekelinde gerçekleşen ve Donald Rumsfeld tarafından savunma politikasının merkezine oturtulan Askerî Alanda Devrim[1] (Revolution in Military Affairs - RMA) kavramının unsurları, mevcut ve muhtemel sonuçları ve özellikle Irak harekatındaki uygulaması analiz edilmeye çalışılacak ve bazılarınca Amerikan güvenlik politikalarını ve hatta genel olarak savaşın ve uluslararası ilişkilerin doğasını etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek olan ve Türkiye’de ne yazık ki yeterince konuşulmayan bu gelişmelerin kavramsal boyutta tartışılmaya başlamasına katkıda bulunmaya çalışılacaktır[2].



Washington’un askerî alandaki bu üstünlüğü sadece sayısal değil aynı zamanda nitelikseldir. ABD askerî alanda dünyada yapılan harcamaların yarısını yaptığı gibi, bu konuda yapılan araştırma geliştirme harcamalarının yüzde seksenini de tek başına gerçekleştirmektir. Amerikan askerî gücünün kaynakları sahip olduğu ileri silah sistemlerinde olduğu kadar bu sistemleri doktrinlere, eğitime, planlamaya ve düşünüş biçimine başarılı bir şekilde entegre etmesinde yatmaktadır. Yeni ve muhtemel tehditler, yeni angajman alanları, yeni silah sistemlerinin geliştirilmesi, ABD’nin üstün yönlerinin savaş alanına yansıtılarak askerî doktrine hızla entegre edilmektedir. Pentagon bu teknolojileri uygulama, geliştirme, kullanma, ve askerî doktrin ile yeni teknolojiler arasında oldukça başarılı bir ilişki kurmayı amaçlamaktadır. Etkileyiciliği bizi kullanılma amaçlarına karşı eleştirel olmayan bir hayranlığa götürmemesi gereken bu üstün askerî gücün Irak’ta yaşadığı problemler onun sınırları, eksiklikleri ve yumuşak karnı olduğunu gösterse de, bu durum bizi askerî alanda ABD ile dünyanın geri kalanı ile arasında açılan farkı yadsımamıza neden olmamalıdır.


RMA kavramı teknolojik alanda değişimden çok daha fazlasını içermektedir. Devrimin üç boyutu olduğu iddia edilebilir: 1) Teknolojik, 2) Bürokratik-örgütsel, 3) Stratejik-doktrinel. Teknolojiyi üretmek kadar, bu teknolojiyi en iyi kullanabilecek bireyleri eğitmek ve organizasyonu kurmak ve stratejiyi buna göre yenilemek de önemlidir. 1996 yılında yayınlanan Joint Vision 2010 Amerikan ordusu için dört temel kavramsal hedef ortaya koymuştur. Bunlar: 1) Hakim Manevra (Dominant Meneauver), 2) Kesin Angajman (Precision Engagement), 3) Kuvvetlerin korunmasına ve güvenliğine üst düzeyde önem vermek (Tam Boyutlarda Koruma - Full-dimensional Protection), 4) Talep ve kullanıcı (“müşteri”) temelli bir lojistik sistemi (Odaklanmış Lojistik - Focused Logistics). Joint Vision 2020 bunlara “Tüm Boyutlarda Hakimiyet” - Full-spectrum Dominance[3] kavramını etkilemiştir.

RMA’nın Unsurları – Bu yeni düşüncede artık tek bir cephe hattı yoktur. Hatt-ı hücum yoktur, sath-ı hücum vardır, o satıh da tüm dünyayı, enformasyon, algı ve psikolojik boyutlarını ve hatta uzayı içermektedir. Amerikan silahlı kuvvetlerinin yaşadığı mevcut devrimin bilgi üstünüğü, hız, manevra, kesinlik, öldürücülük, “müşterek savaşma” (Jointness),”şok ve dehşet” ya da “etki temelli operasyonlar”, esneklik, özel kuvvetlerin yoğun kullanımı, ileri konuşlandırma (forward deployment), “inter-operability”, sivil-asker işbirliği gibi unsurları olduğu söylenebilir.


Bilgi Üstünlüğü - RMA’nın en temel ve diğer unsurları mümkün kılan öğesi bilgi üstünlüğüdür. ABD bilgisayar, uydu ve iletişim teknolojisindeki ilerlemelerle gelen C4ISR (command, control, communications, computers, intelligence, surveillance and reconassaince) kavramı ile bir enformasyon üstünlüğü ve hatta hakimiyeti kazanmayı amaçlamaktadır. Bu üstünlük “savaş uzayı” üzerinde düşmanın silahları, askerleri, hareketleri, niyeti, kapasitesi, ihtiyaçları, eksikleri, coğrafî özellikleri, kendi kuvvetlerinin yerleşimi, hareketleri ve ihtiyaçlarını çok iyi takip edebilmeyi amaçlayan bir bilgi-iletişim ”sistemler sistemi” ile mümkün olacaktır. Yeni teknolojiler bu datayı çok hızlı ve bazen eş zamanlı ve etkili bir şekilde anlamlandırma ve işleme konusunda ABD’ye büyük avantajlar vermektedir. Çok sayıda, farklı ve değişik yerlerdeki sensör, vurma gücü ve karar alıcıların bir şebeke halinde birbiri ile bağlanmalarından kaynaklanan bilginin ve bunu cephede savaşan en ileri ve küçük birliklerle paylaşıma açabilmek yolu ile bilgi üstünlüğünü askerî üstünlüğe çevirilmektedir. Bu bilgi üstünlüğü ile beraber her zaman her yerde olmak artık gerekmeyebileceği için düşman komutanlarına göre cephede neler olduğunu daha iyi görmek ve ondan daha doğru ve hızlı kararlar almak mümkün olabilmektedir (Enhanced Situational Awareness). Komutanlar savaş alanını, kendi kuvvetlerini ve düşmanın hareketlerini çok kısa zamanda ve hatta bazen anında takip edebilmekte, kendi kuvvetlerine anında iletebildikleri emirlerle hakim olabilmekte ve bu emirlerin nasıl uygulandığını anında takip edebilmektedir. Bu süreçle beraber savaş sanatı ya da biliminin binlerce yıldır değişmeyen ve doğruluğu tekrar tekrar kanıtlanmış “sabitlerinin” yeniden gözden geçirilmesi gerektiği, bunların gelecekte aynı derece ve şekilde doğru olmaya devam etmeyebileceği ve hatta şimdiden değiştiği iddia edilmektedir. Devrimin savaşın doğasında olan sisi kaldırarak onu bilgi hakimiyetini sağlayan taraf için daha “şeffaf” yapmak gibi bir sonucu olacağı, savaşın artık kimin nerde ne yaptığı tespit edilmesi zor bir kaos değil, “yukarıdan izlenebilen” bir spor haline geleceği iddia edilmektedir.


Hız – Amerikan ordusunun bilgi ve komünikasyon alanında sağlanan gelişmelerin sunduğu avantajları hakkı ile değerlendirebilen, düşmanın savaş alanı ve savaşan kuvvetler hakkında bildiğinden çok daha fazlası bilindiği için nerede cephe hattının gerisine sarkılabileceğini “gören” ve buraya hızla manevra yapabilen bir ordu olmasını isteyen Donald Rumsfeld, özellikle karacı generallerin direnişine rağmen Amerikan ordusunu “hafifletmek” ve çevik hareket edebilmesini engelleyeceğini düşündüğü Crusader top sistemi gibi programları eski moda olduğu gerekçesiyle sona erdirmek istemiştir[4]. Düşmandan daha hızlı hareket etmenin getirdiği inanılmaz avantajlar bulunmaktadır. Tommy Franks’in dediği gibi “hız öldürür – düşmanı öldürür.” Hızın önemi sadece ve öncelikle silahların, örneğin tankların ve taktik helikopterlerin hızlanmasından değil, savaşın gidişatı ile ilgili önceden hayal bile edilemeyecek kadar hızlı ve kesin bir bilgiye ulaşmanın verdiği avantajla da kendini göstermektedir. Hızla taktik değiştirebilme ve bilgi üstünlüğünün sunduğu fırsatları vakit kaybetmeden kullanabilme yeteneği, Irak savaşında en belirleyici faktörlerden biri olmuştur[5].



Sürpriz, savaşın yeni değil eskimeyen bir unsurudur. Irak ordusu Amerikan kuvvetlerinin bu kadar hızlı ilerlemesini beklememişti. Amerikalıların doktrinde yerini “Hakim Manevra” olarak alan hızı Iraklıları demoralize etmiş, onlara geleneksel anlamda cevap verme fırsatı bile bırakmamıştır. Köprüleri dahi yıkmadan geri çekilmelerinin esas nedeninin hızın ve sürprizin yarattığı “afallama” olduğu iddia edilmektedir. Hayalet (Stealth) teknolojileri de düşmana kendini göstermeden vuruş imkanı sağladığı için sürpriz unsurunu güçlendirmektedir. İnsansız uçaklar, iyi eğitimli özel kuvvetler, ileri bilgisayarlar ve uydu sistemlerine sahip olınabilir. Ama bunlar bir araya uyumlu bir şekilde getirilmezse -ki bu söylemesi gerçekleştirmekten çok daha zor bir şeydir- bunların etkisi sınırlı olacaktır. Sensörler, kara alıcılar ve silahlar arasında eş zamanlı ve üç yönlü bir bilgi akımı sağlayan şebeke merkezli savaşla baraber (Network Centric Warfare)[6] eskiden sırayla atılan karmaşık adımlar artık aynı anda koordineli, bir şekilde atılabilmektedir.



Doktrinde yerini “hakim manevra” olarak alan hız faktörü ortaya yeni fırsatlar çıkarmaktadır. ABD hızlı hareket ederek tek bir cephe hattı yerine, kendi belirlediği birbirinden fiziksel olarak ayrı bir çok cephede (non-contiguous battlefield) savaşma imkanı kazanmaktadır. Derin operasyonlarla veya düşmanın zayıf olduğu ve hatta belki de boş bıraktığı noktalara onun oraya destek sağlmasına fırsat vermeden saldırma imkanı kazanmaktadır. Irak savaşında bunun etkileyici bir örneğine tanık olunmuştur. Hız, kesinlik ve yüksek ateş gücü ile birleşince düşmanın “gözlerini kör etme” potansiyeli taşımaktadır. Hız faktörü, kendisini konuşlanmada, manevrada ve savaşın temposunda göstermektedir. 1990-91’de 7 ay süren konuşlanma, 2003’te üç ayda gerçekleşmiştir. ABD Irak’ta yapılan son savaşta birincisindekinin yaklaşık dörtte biri kadar asker kullanarak, yarısı kadar zamanda, 7’de bir kadar cephane ile birinciden çok daha büyük bir amaç (Kuveyt’ten Irak askerlerini çekmek/Irak’ı işgal etmek) gerçekleştirmiştir[7]. Hız, kesinlik ve enformasyon üstünlüğünün kütlenin (mass) yerini tutacağı düşünülmektedir. Kütlenin hızı azalttığı ve ona olan ihtiyaç azalırsa kayıpların daha az olacağı ve sivillerin de daha az zarar göreceği düşünülmektedir.

Jointness - Askerî gücün değişik unsurları ve birimleri bir şebeke haline getirildiğinde şebeke halinde savaşmayan hasımlara karşı daha başarılı olmaktadır. Jointness, askerî gücün değişik kuvvet ve birimlerinin aynı anda, koordine, senkronize ve simültane bir şekilde ve hatta iç içe ve istihbaratlarını entegre ederek savaşmasına tekabül etmektedir. Irak harekatında Amerikan silahlı kuvvetleri teknoloji, eğitim, taktik, kumanda ve kontrol sistemlerinde yaşadığı gelişmeyi sergileme imkanı bulmuştur. Harlan Ullman bu savaşı “müşterek savaşın” (Joint Warfare) ilk gerçek örneği olduğunu belirtmiştir. Bu kavram 1991 yılında hava, kara ve deniz operasyonlarının, birbirlerini engellemeden ve zarar vermeden yapılması iken son savaşta bunlar sadece uyumlu değil aynı zamanda birbirlerini besleyen bir sinerji ile gerçekleşmiştir. Şebeke haline gelmiş sistemler, ateş gücünü tam istenen zaman ve yere odaklama imkanı vermektedir.

Kesinlik – Uzaktan, kendini tehlikeye atmadan ve sivillere zarar vermeden ya da geçmiştekine oranla çok daha az “yan zayiat” (Collateral Damage) ile istediği hedefi kesin olarak vurabilen silahların askerî sonuçları devrim niteliğinde olabilir. 1991’deki savaşta hedefi kesin olarak vuran bombaların oranı yüzde 8 iken 2003’te bu oran yüzde 66’e ulaşmıştır.Yerdeki özel kuvvetlerin koordinatlarını kesin olarak saptadığı ve lazerlerle uçaklara işaret ettikleri hedeflere yapılan kesin vuruşlar Afganistan ve Irak’ta çok etkili olmuştur. Ancak bu silahların kendilerinden ya da kullanıcılarından kaynaklanan nedenlerle istenen başarıyı sağlayamadığı zamanlar olabilmektedir[8].


Özel Kuvvetlerin Yoğun Kullanımı – Özel Kuvvetler düşmana gizlice sokulabildikleri, onun içine ve cephenin çok gerisine sızabildikleri, yerel bilgi (dil, kültür, psikoloji vs.) donanmış oldukları ve küçük birimlerden oluştuklarından çevik oldukları için Amerikan ordusuna geniş imkanlar sunmaktadır[9]. İleri istihbarat, keşif ve hedef gösterme gibi görevler de üstlenen küçük, kendi başının çaresine bakabilen, öldürücü birimlerden oluşan özel kuvvetler Irak ve Afganistan’da çok yoğun ve başarılı bir şekilde kullanılmıştır[10]. Donald Rumsfeld Özel Kuvvetlerin daha yaratıcı şekillerde kullanılması gerektiğini düşünmektedir. 2004 askerî bütçesinde Rezervlerle beraber sayısı 47 bine ulaşan Özel Kuvvetler’e 6.5 milyar dolar ayrılacaktır ki bu, 2003 rakamlarına göre yaklaşık üçte birlik bir artışı ifade etmektedir. Ancak bu elit kuvvetin sayısını artırmanın belli bir noktadan sonra ancak kaliteden feragat edilerek gerçekleşebileceğine dikkat çekilmektedir[11].



“Şok ve Dehşet” kavramı bazen yanlış şekilde anlaşıldığının aksine, düşmanı sınırsız yıkım ile değil, onda en çok etki yaratma amacıyla özel olarak seçilmiş hedefleri çok hızlı şekilde vurmayı ifade eden bir kavramdır. Olabildiğince çok insan öldürerek geride kalanları korkutmak değil ama olabildiğince hızlı, şaşırtıcı, koordineli bir ateş gücü ile saldırmayı amaçlanmaktadır. Savaşın ikinci günü Bağdat’ta gerçekleşen, ama savaşın planlanandan bir gün önce Saddam’a yönelik bir son dakika operasyonu düzenlenmesi nedeni ile yarattığı etki kısmen azalan hava saldırısı buna bir örnek olarak gösterebilir. Irak’ta savaşın ilk safhasında olduğu gibi düşmanın Amerikan askerî üstünlüğüne ikna olması ile belki de gerçek anlamda savaşmayı gerektirmeden amaçlara ulaşmak mümkün olabilecektir.


İleri Konuşlandırma - Her yere en kısa zamanda güç projekte edebilme yeteneğine (global reach) ve 48-72 saat içinde dünyanın hemen her yerine başka ülkelerin hayal bile edemeyeceği büyüklük ve kapasitede askerî güç projekte edebilme kapasitesine sahip olmak ABD için çok önemli bir avantajdır. Normal zamanlarda bakımını sınırlı sayıda askerin yürüttüğü ama kriz anlarında hızla çok daha büyük sayıda Amerikan askerî gücünü kabul edebilecek, silah, cephane ve diğer lojistik ihtiyaçların depo edildiği, Charles Krauthammer’in deyişiyle, “San Diego gibi okyanustaki o güzel küçük noktalar” Amerikan ileri üs, tesis ve ara istasyonları Amerikan askerî gücünün önemli başka bir unsurudur. Pentagon’da dönüşümden sorumlu birimin başındaki Amiral Crebowski Amerikan ordusunun giderek daha “seferî” (expeditioanary), deniz aşırı ve geçici olacağını belirtmektedir[12]. ABD’nin yeni dönemde küçük, hafif, ve “kolay taşınabilir” üslere ağırlık vermesi beklenebilir. Böylelikle ABD siyasî bağımlılık yaratmayan, birinden diğerine kolayca geçilebilen, böylece hiç bir ülkeye bağımlı kalınmayan yeni bir üs yapısına geçerek siyasî anlamda seçeneklerini artırmayı amaçlamaktadır[13].


Güç Planlaması (Force Planning) – Savunma alanında yapılan ArGe çalışmaları ile doktrinel çalışmalar birbiriyle uyumlu ve hatta entegre ilerlemektedir. “İleride bize ne tür tehditler olabilir ve bu tehditleri ne tür kuvvet yapıları, silah sistemleri ve personelle bertaraf edebiliriz?” sorusu sorulmaktadır[14]. ABD’nin nerede, ne zaman, hangi büyüklükte, hangi yapı ve kabiliyette güç bulundurması gerektiği sorusu cevaplanırken yapılan planlamalarda belirsizlik ve sürpriz faktörü giderek daha fazla yer tutmaktadır. Bu durum geleceğin belirsiz olduğu ve mutlaka önceden tahmin edilemeyecek tehditler ortaya çıkacağı düşüncesinden hareketle sadece spesifik tehditlere karşı değil, ortaya çıkabilecek her türlü tehdide karşı tüm boyutlarda üstünlük sağlamayı amaçlayan çok ihtiraslı ve bir anlamda yayılmacı bir stratejiye geçişi temsil etmektedir.


Globalleşme ile beraber başka bir çok konuda olduğu gibi savunma konularında da verimliliği artırmak, maliyetleri düşürmek, performansı yükseltmek ve sivil-askerî işbirliğini geliştirmek bir zorunluluk haline gelmektedir. Açık tartışma ortamının, sadece üst düzeyde değil orta ve hatta alt düzeylerde yenilikçi düşünürlerin varlığının RMA’yı gerçekleştirmek için elzem olduğu iddia edilebilir[15]. Bu dönüşümle beraber, orta düzey komutanlara daha fazla inisiyatif tanıma, profesyonelleşme ve uzmanlaşma, daha küçük birimlerin oluşması gibi gelişmeler yaşanmaktadır. Askerî konularda teknolojinin, bilginin, analizin, eleştirel düşüncenin ve hızın önemi artmaktadır. Askerî kurumlarda yatay örgütlenme ve iletişimi teşvik eden ve hatta zorlayan RMA, hemen her yerde olması beklenebileceği gibi ABD’de de yerleşik askerî kültürü zorlamakta, hiyerarşiye ve ritüellere dayalı eski askerî kültür yerine, bireyselliğe, bilgiye ve “sonuç almaya dayalı” yeni bir askerî kültürün doğumuna neden olmaktadır.[16]



Eleştiriler - Irak’ta savaşın bitmesinden sonra ve özellikle son bir kaç ayda yaşanan askerî direniş ABD’nin savaş sonrası dönemde, düşük yoğunluklu savaş konusunda ciddi problemler yaşayabileceğini göstermektedir. RMA ile gelen teknolojiye fazlasıyla dayalı bu askerî yapıyla ilgili olarak çekince, eleştiri ve endişesi olanlar da yok değildir.[17] Özellikle uzay temelli teknolojilerin hep ABD’nin tekelinde kalmayacağı ve diğer devletlerin de -belki ABD kadar ileri olmasa bile- söz konusu teknolojilerin bazı versiyonlarına sahip olabileceği dile getirilmektedir. Ayrıca bu olmadan da devletler ve diğer aktörler Amerikan gücüne karşı asimetrik stratejiler gerçekleştirebilirler. Ayrıca yüksek teknolojiye odaklanan Amerikan ordusunun savaşı kazanırken –bazılarına göre neredeyse mükemmel denilebilecek- üstün bir performans sergilemiş olmasına rağmen, aynı başarıyı savaş sonrası dönemde de gösterdiğini söylemek zordur. Savaşlar pahalı ve üstün teknoloji ile kazanılsa da savaş sonrası dönemin de kazanılması için insan merkezli ve emek-yoğun yeteneklerin gerektiği açıktır. Savaş için yapılan planlama, yatırım ve eğitimin, savaş sonrası istikrar ve yeniden inşa dönemi için gerçekleşmediği görülmektedir. Bu noktada bir öngörü, planlama, hayal gücü, yatırım ve ciddiyet eksikliğinden bahsedilebilir. Amerika’nın ülkeleri yenme, onlara boyun eğdirme konusunda gösterdiği başarıyı bu ülkeleri işgal etme ve rehabilite etme konusunda gösterememesi, Irak’tan sonra aynı türden bir operasyonun kısa vadede gerçekleşme ihtimalini azaltmaktadır. Teknolojiye aşırı bağımlılık bazı asimetrik stratejilere karşı “aşil topuğu” olabilir. Uydulara aşırı bağımlılığın potansiyel bazı riskleri vardır. GPS gibi sistemler çok da zor ve pahalı olmayan şekillerdeki karşı önlemlerle, çalışmaz ya da idealden uzak performans gösterir hale getirilirse Amerikan ordusu bundan ciddi derecede olumsuz etkilenebilir. Ayrıca uydular değişik saldırılara açık olabilir. Çin ordusunun bu konuda çalışmalar yaptığı iddia edilmektedir[18]. Füze savunma sisteminin de, asıl olarak uyduları korumaya yönelik sistemler için gündeme getirildiği düşünülmektedir.



Teknolojinin savaşın doğasındaki belirsizlikleri tamamen değilse de kısmen azalttığını düşünen Amerikalılar, başka bir çok konuda olduğu gibi savaş konusunda da teknolojinin zorlu konuları çözmek için büyük ölçüde yeterli olabileceği şeklinde Avrupalılar’ın çocukça olduğunu düşündükleri bir iyimserliğe sahiptirler. Teknoloji bu sürecin en önemli unsuru olabilir ama kesinlikle her şeyi değildir. Teknoloji, insan, düşünce ve organizasyonu birbiriyle uyumlu hale getirmek bu devrimin özünü oluşturmaktır. RMA ile savaş ABD için koreografisi özenle yapılmış bir senfoniye dönüşmektedir. Devrimin,Clausewitz’in savaşın sisi (fog of war) kavramının önemli ölçüde aralanmasını sağlayabileceğine ve savaşın artık kimin nerede ne yaptığı tam olarak bilinemeyen bir kaostan çıkıp üzerindeki kontrolümüzün ciddi biçimde arttığı bir “spora” dönüşebileceğine inanmaktadırlar. Bu görüşe ciddi bir şüpheyle yaklaşanlarsa söz konusu gelişmelerin abartılmaması gerektiğine, savaşın karmaşık ve bilinmezlerle dolu bir olgu olmaya devam edeceğine inanmaktadırlar. Edward Luttwak gibi düşünürler de “acaba fazla teknoloji-merkezli olarak savaşmayı unutuyor muyuz” sorusunu sormaktadır[19]. Bu gruba göre savaşın bilgisayarlara yansımayan çok önemli boyutları olmaya devam edecektir. Başkaları ise esas devrimin asimetrik kapasite ve stratejilerde yaşandığını iddia etmektedirler.



Sonuç

Teknolojik alanda yaşanan hızlı değişim kavramsal yeniliklerle birleşerek askerlik alanında ciddi dönüşümlere yol açmaktadır. Türkiye’nin bir yerden bu sürece dahil olması gerektiği açıktır. Bu noktada, söz konusu süreci sadece ya da öncelikle Türkiye için hayal edilemez ileri teknolojik gelişmelerle özdeşleştirmek bu sürece eklemlenmenin imkansız olduğu yolunda yanlış ve son tahlilde tehlikeli bir düşünceye neden olabilir. Bu sürecin düşünce, doktrin, eğitim, silah alımı ve personel politikası, sivil-asker ilişkileri ile ilgili boyutları ıskalanmamalıdır. Diğer bir çok bürokratik yapı gibi gelenek itibariyle entelektüel anlamda muhafazakar olan Türk askerî kültürünün kendisiyle hesaplaşması gerekmektedir. Türkiye’de ne yazık ki özellikle kavramsal olarak yeterince tartışılmayan ve bazı stratejistlere göre Amerikan güvenlik politikalarını ve hatta genel olarak savaşın, uluslararası ilişkilerin doğasını etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek bir gelişme olan RMA’nın Türkiye için çok pahalı bir lüks olduğu, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditlerin bunu gerektirmediği ve RMA’nın Türkiye’ye dışarıdan empoze edilmesinin yeni bir silahlanma pazarı yaratma amaçlı olduğu yönünde düşünceler bulunmaktadır. Eğer Türkiye pahalı ya da meşakkatli olduğu için, geç kaldığı için, bu yönde bir siyasi irade olmadığı için, bu devrimi yakalayamıyorsa hiç değilse RMA’yı kavramsal açıdan daha yakından takip etmeli, bu konu üzerine kafa yormalı ve bunu bir şekilde kendine uyarlamaya çalışmalı, RMA’yı yakalayan ordularla savaşmak zorunda kalması ihtimaline karşı taktik ve stratejiler geliştirmelidir. Türkiye askerî alanda deneyler yapmaktan ve mevcut temel kavramları sürekli bir gözden geçirmeye tâbi tutmaktan vazgeçmemelidir. Türkiye gibi ülkeler devrimin teknolojik ayağını geriden takip etmek zorunda olabilir. Ancak önemli olan “öncülerle” aradaki mesafenin çok açılmaması, devrimin teknolojik olmayan doktrin ve eğitim gibi boyutlarında atak olunması, devrimi yaşayan ülkelere karşı asimetrik dahil stratejiler geliştirilmesi ve kapasiteler kazanılmasıdır. Donald Rumsfeld’in de dediği gibi “düşünme, eğitim, talim (exercise) ve savaşma alışkanlıklarımızı değiştiremezsek dünyanın bütün ileri teknoloji silahları bile askerî gücümüzün dönüşmesine yetmez.”[20] Bu sürece, değil uyum sağlamak belki de sadece takip etmek için bile organizasyon yapısı, doktrin, askerî kültür, bütçe, silah ve eğitim programlarında değişim ihtiyacı bulunmaktadır.Adına devrim, evrim ya da dönüşüm de dense bu, tamamen kontrolsüz ya da “kendi başının çaresine bakan bir süreç” değildir. Siyasi ve bürokratik irade tarafından yönlendirilmekte, şekillendirilmekte ve hızlandırılmaktadır. Dönüşüm konusunda Türkiye’de de savunma liderlerine büyük bir sorumluluk düştüğü açıktır. Bu sürece bir yerinden dahil olmak gerektiğinin idrakine varan savunma liderleri karşılaşabilecekleri kurumsal aktif ve pasif direnişe, ekonomik sınırlara, siyasi iradenin konunun değil hayatiyeti varlığından bile haberdar olmayan ilgisizliğine rağmen bu konuda inisiyatifi ele almalıdır.


RMA eldeki silah ve sistemleri daha etkin kullanmayı sağlayan bir platform sunmaktadır. Yukarıda bahsedilen yenilik, kavram ve uygulamaların bir kısmı geçmişte de kullanılmış olabilir. Ancak burada etkileyici olan, bunların hepsinin – ya da çoğunun- aynı anda, yoğun ve başarılı olarak uygulanmasında ve –belki de daha da önemlisi- kurumsallaşmasındadır. ABD için konvansiyonel savaşta düşmandan daha fazla bilgiye sahip olmak ve bu bilgiyi operasyonel üstünlüğe çevirmek, daha hızlı hareket etmek, düşmana yaklaşmadan, ona kendini göstermeden onu vurabilmek, giderek daha yüksek oranda mümkün olmaktadır.

Ancak örneğin gerilla savaşında gerekli olan istihbaratın uydular vasıtası ile elde edilmesi çok zordur. Teknolojiye aşırı bağımlı hale gelmek diğer gerekli bazı yeteneklerin törpülenmesine, göz ardı edilmesine, yeterince ilgi görmemesine neden olabilir. RMA’nın sadece konvansiyonel savaşta değil, barış tesis etme ve koruma, anti-terör[21] ve anti-gerilla mücadelelerde de başarıyla uygulanıp uygulanamayacağı önümüzdeki dönemde Amerikalı askerî düşünürlerin üzerinde düşünecekleri ve “kavram üretecekleri” bir konu olacaktır.


Irak savaşında Amerikan ordusunun kazandığı başarı “askerî alanda devrim” yanlılarının elini güçlendirecek ve özellikle kara kuvvetlerindeki muhafazakar generalleri zayıflatacaktır[22]. Bir süre sonra savaşın ve “savaşçının” artık eskisi gibi olmak zorunda olmadığını ve bunun askerle sivil arasındaki farkı da azaltacağı sonucuna varmak için henüz bir parça erken olsa da, en azından ABD için gidişatın bu yönde olduğu iddia edilebilir. Askerler eğer birer mühendis, yönetici ve operatör olacaklarsa, o zaman “asker” olmanın doğası ve bunun için gereken eğitim de değişecektir denebilir.


Konu İle İlgili İnternet Siteleri


Pentagon’un ‘Dönüşüm’ politika, program ve proje sayfası - http://www.dod.mil/transformation



Pentagon Şebeke Merkezli Savaş sayfası- http://www.defenselink.mil/nii/NCW


The RMA Debate - http://www.comw.org/rma/ -





--------------------------------------------------------------------------------

· ASAM ABD Masası, Araştırmacı



[1] Askerî alandaki değişimin devrimsel mi yoksa evrimsel mi olduğu tartışılmaktadır ama belki de bu sadece semantik bir tartışmadır. ‘Devrim’ kelimesinin kullanılması, değişimin sadece ya da ille hızlı olacağı anlamına gelmeyebilir. Bu ifadenin kullanılması değişimin köklü olacağı, yeni savaş metotlarının eskilere oranla çok daha etkili olacakları, eski ile yeni arasındaki farkın büyük ve çarpıcı olacağı şeklinde yorumlanmalıdır. Geçmişteki askerî gelişmelere bakıldığında iki tür RMA’dan bahsedilebilir: 1) Operasyonel seviyede gerçekleşen ve geçmiş örnekler arasında uçak gemileri, radar, denizaltı, tank, stratejik bombardıman, nükleer silahlar, balistik füzeler, blitzkrieg gibi silah ve kavramların geti,rdiği değişimler. Diğer ve daha büyük boyutlu olanı ise 2) devlet, toplum ve bu ikisi arasındaki ilişkileri sarsan ve hatta değiştiren boyutta olanlar (örn. 17. yüzyılda yaşanan, Fransız Devrimi ve Napoleon’la beraber büyük milli ordularla gelen, Endüstri devrimi ile gelen yüksek ateş gücü). Bugün yaşadığımızın ikincisi türden siyasi değişimlere yol açıp açamayacağı şu an için tartışma konusudur.

[2] Bu konuda sınırlı sayıda istisnalar arasında aşağıdakiler sayılabilir: Ergin Yıldızoğlu, “Sürekli Savaş”, Stratejik Analiz, Ağustos, 2003, ss. 53-56; Şadi Ergüvenç, “Yeni Güvenlik Anlayışı Çerçevesinde Türkiye’nin Askerî İhtiyaçları Nasıl Karşılanabilir?” 13-14 Mart 2003 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumda yapılan konuşma metni; Serdar Turgut, “Savaş üzerine düşünceler,” Akşam, 17-18-19-20-21 Şubat 2003.

[3] Joint Vision 2020. s. 1

[4] Özellikle kara ordusunda üst düzey görevlere gelmiş generallerin çoğu, kariyerlerinin tamamını ağır zırhlı ve topçu birliklerinde geçirdikten sonra kendilerine artık bu silahlara eskisi kadar ihtiyaç olmadığı söylendiğinde anlaşılır bir hayal kırıklığı ve direnç göstermektedirler. Irak Savaşının planlanması safhasında Rumsfeld, Tommy Franks ve diğer karacı generallerle arasındaki ilişkilerin canlı bir anlatımı için bkz. Peter Boyer, “The New War Machine: How General Tommy Franks joined Rumsfeld, in the Fight to Transform the Military,” The New Yorker, 30 Haziran 2003.

[5] Michael Boyce, “Speed was the Secret of Coalition's Success”, Daily Telegraph, 10 Nisan 2003. Bu savaşta RMA’nın etkisini ilk irdeleyen çalışmalardan biri için bkz. Anthony Cordesman, The Instant Lessons of the Iraq War, CSIS, 14 Nisan 2003, özellikle ss. 1-20.

[6] http://www.defenselink.mil/nii/NCW

[7] Max Boot, “The New American Way of War,” Foreign Affairs, Temmuz/Ağustos 2003, s. 45.

[8] Brad Knickerbocker, “In Era of High-tech Warfare, 'Friendly Fire' Risk Grows”, The Christian Science Monitor, 14 Ocak 2003.

[9] Arthur Cebrowski, “Planning a Revolution: Mapping the Pentagon’s Transformation”, Heritage Foundation, 13 Mayıs 2003.

[10] Özel kuvvetler, son savaşta başka şeylerin yanında Irak komuta kontrol sistemlerini işlemez hale getirdiler, petrol tesislerini, barajları, hava alanlarını, Scud füzelerini ele geçirdiler. Ayrıca Iraklı liderlerin yerlerini – kısmen tespit ettiler, Irak ordusundaki bazı generallerin savaşmadan kışlalarda beklemelerine katkıda bulundular.

[11] Seymour Hersh, “Moving Targets,” The New Yorker, 15 Aralık 2003.

[12] Arthur Cebrowski, “Planning a Revolution”, Heritage Foundation, 13 Mayıs 2003.

[13] Quadrennial Defense Review, 30 Eylül 2001, ss. 25-27.

[14] Quadrennial Defense Review, 30 Eylül 2001, ss. 13-14.

[15] Michael Evans, “Fabrizio’s Choice: Organizational Change and the Revolution in Military Affairs”, National Security Studies Quarterly, Kış 2001, ss. 1-25.

[16] Andrew Bacevich, American Empire, Mass.: Harvard University Press, 2002. ss. 136-40.

[17] John A. Gentry, “Doomed to Fail: America’s Blind Faith in Military Technology”, Parameters, Kış 2002-3, ss. 88-103.

[18] Gentry, “Doomed to Fail,” ss. 93.

[19] Edward Luttwak, “Toward Post-heroic Warfare,” Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 1995, ss.109-133.

[20] DonaldRumsfeld, ‘Transforming the Military,’ Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 2003, s. 29.

[21] Önümüzdeki dönemde devletlerden çok, devlet dışı asimetrik tehditlerle mücadele edecek olan ABD bu tehditlere karşı da yeni teknikler denemektedir. Yemen’de otomobil içinde hareket halinde olan El Kaide üyelerine karşı insansız uçaklarla gerçekleştirilen saldırı bunun ilk örneklerinden biridir.

[22] Bu arada Türkiye’nin 1 Mart Tezkeresi ile ABD silahlı kuvvetlerinin kara operasyonları için Türkiye topraklarını kullanmasına izin vermemesi, savaşın daha az askerle savaşılmasına neden olduğu için Pentagon içinde dönüşümü savunanlar için bir tür fırsat yaratmıştır. Peter Spiegel, “A Setback that may Shape America's Military,” Financial Times, 7 Mart 2003.


Pazartesi, Aralık 22, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 22 Aralık
Albay Kaddafi’nin Süprizi – Kürtler

Libya’nın son açılımında ve İran’ın nükleer programını sürpriz olanlar dahil dış denetime açmasında belirleyici olanın, “yumuşak konuşan” ve diplomasiye öncelik veren Avrupa yaklaşımı mı, yoksa ABD’nin Irak’ta gösterdiğine inandığı kararlılık mı olduğu tartışılır olsa da, bu gelişmelerde ikincisinin önemli etkisi olduğu açıktır. 18. yüzyılda yaşayan Samuel Johnson “hiçbir şeyin asılma ihtimalinin belirmesi kadar zihnin konsantre olmasına neden olmayacağını” söylemişti. Libya ile yapılan gizli görüşmeler bir yıla yakın bir süredir sürüyor olsa ve Kaddafi’nin “haşarı” davranışları belki on yıldır ciddi bir yumuşama trendi içinde olsa da, Irak’ta rejim değişikliği ve Saddam’a “yapılanların” Albay’a bu yönde ilerlemek için ilave bir neden sağladığı söylenebilir. Ayrıca Fransa, Almanya, Rusya ve İngiltere’nin kitle imha silahlarının yayılmasını engelleme konusunda Irak harekatından önceki döneme oranla daha aktif bir tutum almaları önemli ölçüde ABD’nin başta Irak’ta olmak üzere bu rejimlere karşı güç kullanmaktan kaçınmayacağını göstermesi ile ilişkilidir. Ancak diplomasi yanlılarının, savaştan önce zaten Saddam’ın da bir tür “Kaddafileşme” süreci içinde olduğu, ABD ve Batı için gerçek ve ivedi tehdit olmadığı, savaş öncesinde diplomasiye daha fazla şans verilseydi, hemen değilse bile bir süre sonra, Irak ile de şimdi Libya ile yaşanana benzer bir sürecin yaşanabileceği iddialarında da haklılık payı bulunmaktadır. Terörle mücadele ve kitle imha silahlarının yayılmasını engellemenin yöntemi konusunda ABD ile diğer ülkeler arasındaki farklılık hala ciddi düzeyde olsa da, bundan bir sene öncesine oranla kısmi bir yakınlaşma olduğu iddia edilebilir.

Arada bazı önemli farklar olsa da, Kürtler’in, Türkiye’nin 1925’te yaptığını yaparak –doğru veya yanlış bir şekilde- kendi hakları olduğunu düşündükleri Kerkük’ten vazgeçip buradaki Türkmen ve Arapları da kucaklayacak kolektif çözümü kabul mu edecekleri, yoksa işin kontrolden çıkmasına neden olabilecek yayılmacı bir anlayış mı benimseyecekleri sorusu cevabını beklemeye devam etmektedir. Kürtler, gerek K. Irak’ta gerek Bağdat’ta elde edebilecekleri bazı kazanımlarla Kerkük konusunda yatıştırılabilirler mi, yoksa tamamen bağımsızlık konusuna “kitlenerek” “gözleri başka bir şey görmeyecek” durumdalar mı? Türkiye, K. Irak’ta Kürtlerin yaşadığı süreç konusunu bunun gerektirdiği düzeyde tartışmamakta ve bu konuda derinlikli bir tartışma yerine “konserve edilmiş” birkaç klişe ile yetinilmektedir. Serdar Turgut’un da işaret ettiği gibi, bu kadar önemli, coğrafi olarak yakın ve ivedi bu konudaki gelişmeleri Batı basınından takip etmek zorunda kalmak Türk kamuoyunun olayın gidişini tam olarak ve zamanında kavramasını güçleştiren faktörlerdendir. Bir çok kişinin Türkiye’yi ciddi şekilde etkileyebileceğini düşündüğü bu süreci yerinden, anında, ayrıntılı ve bağımsız bir şekilde takip etmek için en büyük medya organlarının bile bölgede sürekli muhabir bulundurmamalarını anlamak çok güçtür. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)




Cumartesi, Aralık 20, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 19 Aralık
Ahmet Çelebi - Kıbrıs

Paul Wolfowitz gibi yeni muhafazakarların Ahmet Çelebi ile aralarındaki özel ilişkinin devam etmesi ve onu hala Irak’ın geleceğinde önemli rol oynayacak biri olarak görmeye devam etmeleri, bu kişilerin gerek Irak’ın demokratikleşmesi konusunda samimi oldukları, gerekse gerçekçi ve sağduyulu oldukları iddiasına şüphe ile bakmaya devam etmeyi gerektirmektedir. Savaş öncesinde Washington’u, Irak’ın silah programları, El Kaide ile ilişkisi, Amerikan işgalinin nasıl karşılanacağı gibi bir çok önemli konuda ciddi şekilde ve muhtemelen bilerek yanıltan, Irak’ta hemen hemen hiç bir halk desteği olmayan, Ürdün’de hakkında ciddi sahtekarlık iddiaları olan, en son da, Irak Geçici Konseyi’nden bazı üyelerle beraber Saddam’ın yakalanmasından hemen sonra devrik liderle yaptıkları görüşmenin fotoğraflarını gazetelerde yayınlatan Ahmet Çelebi’yi bir tür “şarlatan” olarak tanımlamak abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Irak’lı Şiilerin hepsi dinin siyasette önemli bir rol oynamasını istemiyor olabilirler. Ama laik Şii lider kontenjanının temsil gücü kendinden menkul Çelebi gibi biri ile kullanılması, Washington’un demokratik Irak konusunda ne kadar samimi, gerçekçi ve becerikli olduğu konusunda ümit vermeyen bir göstergedir.

Yunanistan’ın AB üyeliği ve ABD’deki Rum lobisinin azımsanmayacak etkisi şüphesiz ABD ve AB’nin Kıbrıs konusunda objektif olmaktan uzak bir şekilde yaklaşmalarında etkilidir. Ama bunların da ötesinde Kıbrıs konusunda ABD ile AB’nin, aralarındaki anlaşmazlıkları kolayca aşıp Türkiye’ye karşı kolaylıkla birleşmelerinin nedenleri arasında, dini ve kültürel faktörlerin olmadığı iddia edilebilir mi? Kendileri bile farkında olmasa da, Avrupa ve ABD’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’taki “kazanımlarını” geri çevirmek istemelerinin nedenlerinden biri olarak, bu ikisinin bilinçaltında, Türkiye’nin çok uzun zamandır Hıristiyanlar’dan toprak alan belki de tek Müslüman ülke olduğu gerçeği yatıyor olabilir. Ama acaba, Batı bu konuda Türkiye’ye taraflı bir şekilde yaklaşsa ve Ankara’ya sunulan “çözüm” adil olmasa da, yine de anlaşmamanın Türkiye’ye maliyeti daha fazla olabilir mi? Bu arada, Kıbrıs ve Filistin birbirinden bir çok yönden farklı iki sorun olsa da, spekülatif bir not olarak belki iddia edilebilir ki, Kıbrıs’ta on yıllarca önce evlerini terk eden insanların buralara geri dönmesini sağlayacak türden bir çözüm, İsrail tarafından, Filistinli mülteciler için bir emsal yaratabileceği endişesiyle olumlu karşılanmayabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Cuma, Aralık 19, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?

G-ABD 18 Aralık
Bush’a Eleştiriler

Bush yönetiminin dış politikası değişik gruplar tarafından 1) ‘kötü niyetli’ olduğu için, 2) ‘hayalperest’ olduğu için, 3) ‘miyop’ olduğu için ve 4) ‘beceriksiz’ olduğu için eleştirilmektedir. Amerikan Yönetimi’ni, ilki dünya hakimiyeti peşinde olduğunu düşündüğü için, ikincisi Wilsoncu bir idealizmle Orta Doğu’ya demokrasi getirmek gibi beyhude ve riskli bir işe giriştiğini düşündüğü için, üçüncüsü elli yıldır Amerikan dış politikasının Atlantik ittifakı, kural-merkezli dünya düzeni ve serbest ticaret gibi temel ayaklarını zedelediği iddiasıyla, sonuncusu da, Bush dış politikasının belki amaçlarını değil ama uygulamadaki başarısızlığını ve ‘şöhretli yıldızlardan’ oluşsa da ‘bir ekip olunamamasını’ ve kurumlar arası geleneksel rekabetin normal sınırlarının aşılarak ‘sağ elin ne yaptığını bilmeyen, bildiğinde de onu engellemeye çalışan, sol eller’ haline gelinmesini eleştirmektedir.

Yeni muhafazakarlar realist mi yoksa idealist mi? Amerika’nın çok güçlü ve rakipsiz olduğu bu dönemde bir ‘fırsat penceresi’ görerek, ABD lehine sonra belki de yapılması mümkün olmayacak bir yeniden düzenleme mi yapmak istiyorlar, yoksa ABD için bile zor ve hatta belki de imkansız bir işe girişerek ABD için bile sınırsız olmayan ‘siyasi sermayeyi’ boşa mı harcıyorlar? ‘İyi’ olanla (Orta Doğu’ya demokrasi getirmek) akıllıca ve ‘gerçekçi’ olanın (Amerikan gücünü arttırmak ve etki alanını genişletmek) birbiriyle çelişmediğini, bilakis bunların birbirini desteklediğini iddia ederken samimi olduklarına inanarak Bush Yönetimi’ne sempati ile yaklaşanların, başta telaffuz edilen amaçlardan sapma olup olmadığını çok yakından takip edip rapor etmek gibi ahlaki bir sorumlulukları vardır. Gazetecinin, entellektüelin ve ‘aydının’ görevi güçlü olanın niyetlerinden şüphe etmek, ona onun duymak istemeyeceği sorular sormaktır. Dış politika analisti de insan doğasının bencil yönünün baskın olmadığını varsayarak analiz yapmamalıdır. Başkalarının, en çok da güçlülerin iyi niyetinden şüphe etmeden yapılan yorumların yanlış çıkma ihtimali çok daha fazladır. Bir süre sonra işler sarpa sarmaya başlarsa/başladığında, ‘etrafı kırıp dağıtıp’ Orta Doğu’da ancak sabırlı bir çabayla mümkün olabilecek demokratikleşmeyi daha da imkansız hale getirdiklerinde yüksek ideallerden bahsederek bu işe girenlerin, kendilerine yeterince destek olunmadığı ve engel olunduğu gibi bahanelerle bu işten sıyrılmaya çalışmaları mümkündür. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Perşembe, Aralık 18, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajlar? e-mail ile almak istiyorsan?z l?tfen ajp1914@yahoo.com adresine yaz?
G-ABD 17 Aralık
Irak’ın Borçları – Bush’un Şansı

En kaba şekilde belirtmek gerekirse Irak’ın borçlarının iptali, yeni bir takvime bağlanması, şartlarının iyileştirilmesi ve tazminatlardan vazgeçilmesi, hem siyasi, hem de ekonomik nedenlerle, Türkiye açısından olumlu gelişmeler olarak kabul edilebilir. Tabii bu konuda daha net konuşmak için Türkiye’nin Irak’tan alacaklarının ne kadar olduğu bilinmelidir. Eğer Türkiye’nin yüklü bir alacağı yoksa ve savaştan hemen önce alınan ihaleler geçerliliğini koruyacaksa, borçların iptali ve şartlarının iyileştirilmesi Irak’ın kendini yeniden inşa etme şansına sahip olması, gelirlerini borç servisine değil tüketime ve imar faaliyetlerine yönlendirmesi ve bu pastadan Türkiye’nin payına düşen miktarın artması anlamına gelebilir. Ekonomik olarak toparlanamayan bir Irak istikrarsızlık kaynağı olmaya devam edecek ve bu istikrarsızlık da başka şeylerin yanında Iraklı Kürtlerin bağımsızlık arzularına uygun bir imkan yaratabilecektir.

Ekonomik büyüme rakamlarının beklenenin de üstünde gelmesi, Saddam’ın yakalanması, Demokratlar aday adaylarından Bush için nispeten kolay bir rakip olacak Howard Dean’in öne çıkışı, birkaç ay öncesinden farklı olarak Bush’un yeniden seçilme şansının arttığını gösteren faktörlerdir. Bunlara ABD’de mevcut başkanın çok büyük bir başarısızlık göstermezse genelde yeniden seçilmesi geleneği, Howard Dean’in son üç demokrat Başkandan (Clinton, Carter ve Johnson) farklı olarak Güneyli değil Kuzeyli olması ve küçük bir eyaletten gelmesi, bazı konularda radikal olan ya da Bush’un becerikli siyasi danışmanı Karl Rove tarafından kolaylıkla öyle karikatürize edilebilecek pozisyonları da buna eklenince şu an itibariyle inisiyatif tekrar Bush’a geçmiş gibi görünmektedir. Demokrat seçicilerin Bush’a duydukları nefreti en iyi ve dramatik şekilde dile getirdiğine inandıkları ama Bush’u yenme şansı düşük olan Dean’in yerine Wesley Clark gibi daha merkez ve kariyeri ve memleketi itibariyle daha şanslı bir adayı seçmeleri bu durumu değiştirebilir. (Gerçi bu noktada başka bir çok yönden aklı-selim pozisyonları olan Clark’ın ‘Ermeni soykırımını’ kabul ettiğini açıklaması Türkiye için bazı komplikasyonlar doğurabileceğini de bir yere kaydetmek gerekmektedir). Politikada on ay çok uzun bir zamandır ve köprülerin altından daha çok krizler ve ekonomik rakamlar geçecektir ama hele bir de bazen iddia edildiği gibi Bin Laden’in yakalanmasının da bir şekilde seçime yakın bir zamana ‘denk getirilebileceği’ doğruysa Amerikan halkı, dünya ve Türkiye Başkan Bush’la bir dört yıl daha yaşama ihtimaline kendini hazırlamak zorunda kalabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Salı, Aralık 16, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 15 Aralık
Saddam’ın yakalanması – Baker’ın Yeni Görevi

Saddam’ın yakalanmasından sonra askeri direnişin en azından kısa vadede şiddetleneceği ama belki bir süre sonra da zayıflayacağı iddia edilebilir. Direnişçiler Saddam’ın yakalanmasına rağmen ‘hala ayakta olduklarını’ kanıtlamak, ‘dosta düşmana’ ‘yıkılmadıklarını’ ve hatta zaten Saddam ile bir ilişkileri olmadığını kanıtlamak için büyük eylemler düzenlemek zorunda hissedebilirler. Time dergisinin -belki bir parça şüpheyle karşılanması gereken- Saddam’la birlikte Bağdat’taki direnişçilerin liderinden eylemlerini anlattığı bir mektup ele geçirildiğini yazan haberi, Saddam’ın direnişin içinde sınırlı da olsa bir rolü olduğu ve en azından direnişin bazı askeri liderleri ile kontak halinde olduğunu düşündürtmektedir. Bu haberin bir medya manipulasyonu olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Ancak doğruysa Amerikalılar Saddam’ın yakalanmasıyla beraber askeri direnişle ilgili bilgilerini arttırabilir ve şimdiye kadar olandan farklı olarak nasıl bir düşmanla savaştıkları konusunda bir fikir sahibi olabilirler. Iraklı yeni güvenlik birimleri mensuplarına yapılan saldırılar burada ciddi bir moral sorunu yaratmış olsa da, Saddam’ın yakalanması ile beraber koalisyon için muhbirlik yapmak isteyeceklerin sayısının artması ciddi bir olasılıktır. Direnişçiler kendilerini bir yandan hızla büyük bir karşılık vermek zorunda hissederken, özellikle Sünni Iraklı olanları bir yandan da belli bir demoralizasyon yaşayabilirler. Saddam’ı bir yakınının ele verdiği şeklindeki haberin doğru olduğunu ve Saddam ile beraber koalisyonun direnişin yapısı ile ilgili sınırlı da olsa önemli bazı bilgilere ulaşmış olabileceğini düşünmeleri halinde, kendi aralarında birbirlerine karşı duydukları şüpheler artabilir. Bunun sonucunda onlarca kişinin katılıp organize ettiği büyük çaplı eylemlerden çok daha küçük hücrelerin gerçekleştireceği ve her zaman değilse de genelde daha küçük çaplı olacak eylemlerin beklenmesi doğru olabilir. Eğer direnişçiler önümüzdeki birkaç ay içinde ciddi bir karşılık veremezse bu durum ‘davanın’ kaybedilmeye başladığı şeklinde genel bir kanı oluşturarak direnişçilere potansiyel katılımların önünü kesebilir.

Bu arada Irak ve dünya kamuoyu bir süre Saddam’ın yargılanmasının şekli (Irak mahkemesi, Amerikan mahkemesi, bu ikisinin bir çeşit karışımı ya da şu an düşük bir ihtimal olan uluslararası mahkeme) üzerine yoğunlaşırken, Saddam’ın direniş, büyük devletlerle ilişkileri ve kitle imha silahları ile ilgili verebileceği bilgiler de ilgiyle takip edilecektir. Eğer Saddam uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanmazsa çok büyük ihtimalle ölüm cezasına çarptırılacaktır. Saddam’ın yakalanması – kısa vadede değilse de orta ve uzun vadede- ABD’nin Irak’ta askeri olarak başarısız olacağı konusunda oluşmakta olan yaygın kanıyı gözden geçirmeye neden olabilir. Bu arada Şiiler Saddam’ın yakalanması ile Washington’un kendilerine olan ihtiyacının azalacağından endişelenebilir ve ABD’nin taleplerine artık çok fazla direnemeyecekleri sonucuna varabilirler. Devrik liderin yakalanmasına en çok sevinenlerden Kürtler bu gelişmeyle beraber istikrarsızlığın sürmesi üzerine Irak’tan ayrılma konusunda potansiyel bahanelerini kaybedecek olabilirler. Saddam’ın yakalanması ile beraber, eğer koalisyon bu fırsatı yumuşak mesajlar ve güvenceler vererek kullanabilirse, Sünnilerin işgal ile bir tür modus vivendiye varmaları, tamamen değilse de kısmen, mümkün hale gelmiş olabilir. Ancak bu konuda Saddam’ın akıbeti, yargılanma süreci ve bu arada geçmiş dönemle ilgili olarak tüm Sünnileri hedef alan genel bir suçlama kampanyasından ziyade sınırlı sayıda suçlunun hedef alınması etkili olabilir. Eğer ABD’nin Şiilerin hakim olduğu bir Irak’la ilgili ciddi endişeleri varsa, bu grubu dengelemek için – hemen değilse de orta vadede- ‘ıslah edilmiş’ Sünnilere ihtiyacı olduğu açıktır. Saddam’ın yakalanması ile bu ihtimal şimdiye kadar olmadığı kadar yükselmiştir. Ancak Washington’un bir zafer sarhoşluğuna girerek, gerek Irak içinde ve çevresinde, gerekse uluslararası kamuoyunda destek sağlayacak uzlaşmacı adımları atmaması halinde yakalanan iyimserlik havası kısa sürecektir.

Baba Bush’un en yakını, Birinci Körfez Savaşı koalisyonunun mimarı, Florida seçimlerindeki karmaşanın Bush’un lehine sonuçlanmasında büyük rolü olan, İsrail’e karşı sınırsız müsamaha gösterilmesine karşı sadece sözle değil Dışişleri Bakanlığı döneminde de karşı durmuş ‘realist’ James Baker’ın Irak’ın borçları ile ilgili olarak özel bir göreve atanması bazı beklentiler yaratmıştır. James Baker’ın 1) Irak’ın borçlarının çok ötesinde bir rolü ve sorumluluğu olacağı, 2) Avrupa ülkeleri ile bir yumuşama yaratmak gibi adı konmamış bir görevi olacağı, 3) Irak’la ilgili kararlarda belli bir ağırlık sahibi olabileceği ve 4) kısmen onların ‘sahasında at oynatsa’ da Colin Powell, Robert Blacwill, Paul Bremer ve hatta Condi Rice ile beraber yeni muhafazakarlar, Rumsfeld ve Cheney’nin güç ve etkisini sınırlayabilecek koalisyonun önemli bir üyesi olabileceği düşünülmektedir. Geçtiğimiz hafta Paul Wolfowitz’in Fransa, Almanya ve Rusya gibi ülkeleri Irak’ta, işin esas kaymağının olduğu ihalelere sokulmayacağı açıklamasının, Baker’ın Avrupa gezisini torpillemek ve onu dış politikanın kilit bir unsuru yapabilecek muhtemel bir başarısını baştan engellemek amacıyla yapıldığı, ancak Başkan Bush’un yaptığı demeçlerde pek belli etmemesine karşı bu hareketten çok rahatsız olduğu iddia edilmektedir. Hatırlanacağı gibi Bush, gerek İngiltere gezisinde gerekse Alman Başbakanı’nın Washington gezisinde yumuşak mesajlar vermişti. Irak’taki problemden olabildiğince çabuk sıyrılmayı isteyen Bush, Saddam’ın yakalanması ile beraber olumsuz sürecin otomatikman tersine döneceğini düşünürse hata yapmış olacaktır. Saddam’ın yakalanması koalisyon kanadında aşırı bir iyimserlik ve kendine güven havası yaratarak ‘yanlış bir güvenlik duygusu’ duymaları ve atmaları gereken adımları geciktirmelerine neden olursa bu olayın Yönetim’in Irak’taki başarısı üzerindeki ‘net etkisi’ olumsuz dahi olabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


Pazartesi, Aralık 08, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız

G-ABD 8 Aralık
Amerikan Ordusunun Irak’taki Yeni Taktikleri

ABD Ordusunun Irak’ta uygulamaya başladığı yeni ve sert taktiklerin Washington’un Irak projesi üzerindeki net etkisini tespit etmek çok kolay olmayabilir. Bu yeni taktikler 1) Iraklı direnişçilerin yoğun olarak bulunduğu düşünülen bölge ve köyleri dikenli tellerle tecrit ederek ve 2) tüm yetişkin erkeklere kimlik kartı vererek, 3) giriş-çıkışı süre olarak da kontrol altına alma, 4) direnişçilere katıldığı düşünülenlerin yakınlarını hapse atma ve bunların evlerinin yıkma, 5) direnişçilerin toplandığı veya saldırıları gerçekleştirdiği düşünülen binaların hava bombardımanı ile vurulması gibi bir dizi önlemi içermektedir. Yakınlarının hapsedilmesinin gerillaları teslim olmaya teşvik edebileceği düşünülmekte ve potansiyel gerillalara direnişe katılmanın sadece kendilerini değil yakınlarını da tehlikeye atabileceğini göstermek amacı taşımaktadır. Bu taktiklerin sıradan Iraklıların hayatını zorlaştırmasının ve onların onurunu incitmesinin yanında İsrail’in Filistin’de uyguladıkları ile taşıdığı benzerlikler de Amerikan işgaline karşı duyulan tepkiyi daha da arttırabilir. Iraklılar ABD’lilere bu taktikleri, tam da yanlış olmayan bir şekilde, İsrailliler’in verdiğini düşünerek, kendi direnişleri ile Filistinliler’in İsraillilere direnişinin tek bir direnişin iki parçası olduğu sonucuna varabilirler. Bazı gözlemcilere göre ABD, askeri olarak kaybedecekse bile bunu sessiz ve uysalca kabullenmeyeceğini göstermek istiyor ve bir anlamda ‘vuruşarak geri çekiliyor’ olabilir. Bu yeni taktikler bir kısım Iraklıya ABD’nin niyetinin ciddi olduğunu, bazılarının iddia ettiği gibi iş zora gelse bile ‘çekip gitmeyeceğini,’ gerekirse şiddeti tırmandırmaktan vazgeçmeyeceğini, direnişçilerle işbirliği yapmanın bir bedeli olacağını düşündürterek ABD’nin istediği türden bir etki mi yaratacak, yoksa Iraklıları Amerikan ‘projesinden’ uzaklaştırıp, zaten sınırsız olmadığı bilinen iyi niyetin iyice azalmasını mı getirecek? Mücadelenin teknik olduğu kadar psikolojik boyutlarının da önemli olduğu açıktır. Yeni taktiklerle beraber ABD ordusu özellikle Sünni üçgenindeki Iraklılar’a şu mesajı da vermek istemektedir: ‘Hayatınızın zorlaştığını biliyoruz, ama bu sürecin uzun olmasını istemiyorsanız, bize yardım edin, direnişçilere yardım etmeyin. Bunu yapmazsanız, daha uzun süre zorluk yaşamaya devam edeceksiniz. Direniş sürdükçe işgal ve sert yöntemler devam edecektir. Direniş bitince biz de gideceğiz.’

Aslında sonuçta yeni taktiklerin başarısında en önemli unsurlardan biri de bu sert taktiklerin uygulandığı kişi ve bölgelerin seçiminde kullanılacak istihbaratın ‘miktarı’ kadar bunun ne denli doğru, kesin ve zamanında olduğu ve Iraklılar arasında istenmeyen yan zayiatın ne denli sınırlı tutulabileceği olacaktır. Iraklı muhbirlerin zaman zaman kişisel anlaşmazlıklar, siyasi farklılıklar, ekonomik çıkarlar ve aşiret kaynaklı nedenlerle bazı masum kişileri hedef gösteriyor olması ve bu bilgilerin hızlı şekilde tepki vermeyi amaçlayan yeni yaklaşım içinde başka kaynaklardan yeterince doğrulanmadan gerçekleşen operasyonlara kaynaklık etmesi ihtimali yüksektir. Yeni taktikler, askeri bazı düşüncelerin yanında, Araplar’ın sadece kaba kuvvetten anladığı, koalisyonun gösterdiği en küçük zayıflık işaretini Amerikan güçleri aleyhine kullanılabileceği şeklinde Amerikan yönetiminde hakim olduğu görünen ve doğruluğunu tespit etmenin kolay olmadığı bir görüşten beslenmiş olabilir. Washington’un, bu sert taktiklerine karşılık direnişçilerin de şiddeti daha arttırarak cevap vermeleri halinde ‘kameraların önünde’ bu uygulamalara uzun süre devam edip edemeyeceği belli değildir. ‘En kanlı ay olarak’ kabul edilen Kasım ayından sonra, Amerikan ordusunun bu yeni taktikleri uygulamasından sonra, örneğin Aralık ayında uğradığı saldırı sayısı, bunların şiddeti ve ABD ordusunun verdiği kayıpta fark edilir bir azalma olursa bu durum yeni taktiklerin işe yaradığı şeklinde yorumlanabilir. Nitekim Amerikalılar son dönemde uğradıkları günlük saldırı sayısının kırktan yirmiye indiğini ve direnişçilerin giderek ancak Amerikan hedeflerinden çok daha kolay vurabildikleri soft hedeflere saldırmaya başladığını belirterek şu ana kadar ki sonuçlardan duydukları memnuniyeti ifade etmektedirler. Direnişçilerin elindeki ekonomik kaynakların miktarı, Iraklılar içinde koalisyon için çalışmak isteyenlerin sayı ve isteği, koalisyonun Irak halkının hayatında sağladığı iyileşmeler, ABD’nin işgalin amacının bencilce olmadığı konusunda halkı ne derecede ikna edebileceği, direnişçilerin hepsini değilse de bir kısmını vazgeçirmenin ve koalisyon adına çalıştırmanın yollarının bulunup bulunamayacağı, direnişe istihbarat anlamında sızılıp sızılmayacağı, direnişçilerin amaçlarını – hepsine değilse de bir kısmına- askeri yöntemler dışında da gerçekleştirebilecekleri umudunun verilmesi gibi faktörler de mücadele de önemli olacaktır. Yeni taktikler kısa vadede direnişin boyut ve şiddetini azaltsa bile ABD’nin uyguladığı şiddetin derecesini arttırması uzun vadede Amerika’nın ‘gönülleri çalmak ve zihinleri kazanmaktan’ bir anlamda vazgeçtiği şeklinde görülebilir. Halbuki bu geçici ve kısmi bir askeri başarı olurken, ABD’nin asıl derdi olması gereken ve belki de yeterince azimle kovalamadığı, toz-duman dağıldığında da tamamen kaybettiğini fark edebileceği ‘kalpler ve kafaları’ kazanma savaşında sanıldığı kadar önemli olmayabilir. Bu noktada, Irak’ta Amerikan generallerin karşılaştığı sorun ve açmazları küçümsemek doğru değilse de ve aslında kolay ve denenmemiş tercihlerin olduğunu söylemek zorsa da, sert askeri taktiklerin başka bazı siyasi ve ekonomik açılımlarla desteklenmezse uzun vade için tek başına yeterli olmayacağı rahatlıkla iddia edilebilir. Sünnilerin ve bazı eski Baasçıların siyasi sürece eklemlemenin bir yolu bulunmazsa Irak’ta kazanılacak her askeri başarı kırılgan olacaktır. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)









Cuma, Aralık 05, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 5 Aralık
Şiiler ve Amerika

Irak’ın yeniden yapılanmasında Şiilerin oynayacağı rolün savaş öncesindeki dönemle kıyaslanmayacak kadar fazla olacağı genel olarak kabul edilmektedir. Fakat, Iraklı Şiilerin Irak devletine verecekleri rengin İran’daki rejimle aynı ya da çok benzer olması aynı derecede kesin değildir. Yazılacak olan Irak anayasasında, Afganistan örneğinde görüldüğü gibi, rejimin bir ‘İslam cumhuriyeti’ olduğu şeklide bir ifadenin yer alması sürpriz olmayacaktır. Ancak, bu ifadenin altının nasıl doldurulacağını şimdiden bilmek mümkün olmadığı gibi Şii ve Sünnilerin “İslam cumhuriyeti”ne farklı anlamlar yükleyecekleri beklenebilir. Kaldı ki, Şiilerin içinde de İslamcı-laik ayrımının yanında, İslamcı kanatların içinde dini ve onun siyasal alandaki rolünü yorumlama konusunda bir birlikten söz etmek güçtür.

Saddam dönemindekine kıyasla İslam’ın siyasette çok daha etkin olacağını varsayabileceğimiz yeni Irak’ın İran ile ilişkisi için kabaca üç ihtimalden bahsedilebilir: 1) Şiiler vasıtasıyla İran ile özel, yakın ve hatta bağımlı bir ilişki.. 2) Farklı Şiilik yorumlamalarının keskinleştiği ve geleneksel Arap-Fars çekişmesinin yoğunlaştığı, ve özellikle ABD ve İsrail tarafından beslenen bir düşmanlık. 3) Düşmanlık düzeyine varmayan ve işbirliğini de dışlamayan sınırlı bir rekabet. Birinci ihtimalin gerçekleşmesi, ABD’nin, Arap devletlerinin ve Iraklı Sünnilerin bu tür bir gelişmeyi kabullenmelerinin imkansızlığı, sınırın iki tarafındaki Şiiliğe ilişkin farklı yorumlamalar ve geleneksel Arap-Fars çekişmesi gibi faktörler nedeniyle düşüktür. Ancak, aynı faktörler Irak’ı İran aleyhtarı biz yörüngeye oturtmaya yetmeyecektir. Bu nedenle üçüncünün gerçekleşmesi en muhtemel senaryo olduğu iddia edilebilir. Aynı senaryo, Irak üzerindeki ABD etkisinin, savaştan hemen sonra düşünüldüğü kadar derin ve sürekli olmamasını da içermektedir. Yeni Irak’ın İsrail’e bakışı ise muhtemelen Saddam döneminden çok da farklı olmayacaktır. Ayrıca, başta Suudi Arabistan’da olmak üzere Körfez ve değişen derecelerde diğer Arap devletlerinde, Şiiliğin yeni Irak’ta oynayacağı rol, bu durumun Körfez ülkelerindeki Şiilere yapabileceği etkiler ve İran’ın Irak’taki ve bölge denklemindeki yeni konumu endişeyle karşılanacaktır. (Şanlı Bahadır Koç, ASAM ABD Masası, araştırmacı, Serhat Erkmen, ASAM Orta Doğu Masası, araştırmacı)


Perşembe, Aralık 04, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 4 Aralık
ABD ve Irak’ın Geleceği

1) Batı basınında Irak’ın bölünmesi ile ilgili çıkan yazıların sayısı ve bunları yazanların önemindeki artış, bir yandan entelektüel ortamın bu yönde bir gelişmeye hazırlanmasına neden olabileceği için endişeyle, öte yandan da bu tür gelişmelere karşı tetikte olmak için bir uyarı olarak görülmesi gerektiğinden memnuniyetle karşılanabilir. Irak’ın bölünmesi ihtimalinden söz etmenin insanı otomatik olarak ‘hayalindeki şatolara saldıran bir komplo teorisi bağımlısı’ yaptığı günler artık geride kalmıştır. 2) ABD Irak’ta yönetimi kime devredecek? Bu devir nasıl bir süreçten sonra (direk seçim, dolaylı seçim, atama) gerçekleşecek? Şii lider Sistani ilkini, Yönetici Konsey’in büyük kısmı ve muhtemelen Washington ikincisini tercih ederken, güvenlik durumu düzelmez ve kötüleşirse üçüncüsü gerçekleşerek ABD yetkileri kendi atayacağı ve Ahmet Çelebi gibi liderlerin halk içindeki popülarite ve desteklerinin çok ötesinde rol sahibi olacağı bir yapıya devretmek durumunda kalabilir. ABD kendi tercih ettiği kişi ve grupları kayıracak ve bunlar dışındakileri grupların bu sürece girmesini engelleyecek, zorlaştıracak ya da geciktirecek mi? ‘Sandıktan ne çıkarsa çıksın’ kabul edilecek mi, yoksa Washington’un açık veya gizli bir’ kabul edilmezler’ listesi olacak mı?

3) Irak’ta kurulacak yeni anti-terör gücün kısmen Yönetici Konsey’deki beş partinin milislerinden oluşacağı yönündeki haberler birden fazla nedenle kaygı vericidir. Bir kere bu gücün söz konusu partilerin siyasi muhaliflerini sindirmek ve hatta yok etmek için kullanılması ihtimali mevcuttur. Ayrıca bu güce katılacak beş partinin ikisinin Kürt partisi olması, eğer bu durum Irak’ın geleceğinde Kürtlerin oynayacağı rol ve sahip olacakları iktidar payının bir göstergesi olarak kabul edilirse, bu grubun nüfuslarının yaklaşık iki katı bir ağırlığı olacağı anlamına gelmektedir. Böyle bir durum kalıcı olmayacağından içinde istikrarsızlık tohumları taşıyacaktır. Sünnilerin tamamen değilse de kısmen telafi edilmesi mümkün olması gereken pozisyonları düzelmeyecek ve sürekli bir problem kaynağı olmaya devam edecektir. Burada daha önce de işaret edildiği gibi, eğer Kürtler Bağdat’ta elde ettikleri güçle ‘yatıştırılıp’ bağımsızlık isteklerini unutabilecek olsalar, Türkiye böyle bir düzene bile destek verebilirdi. Ama bunun bile Kürtleri tatmin edeceğine dair yeterince işaret yoktur. 4) Bazı gözlemciler tarafından çok sık tekrar edilen ve yanlış değilse de eksik bir görüş Irak’ın yaklaşık yüzde 85’lik kesiminin Amerikan işgaline karşı olmadığı, direnişin sadece küçük bir grup ve bölge ile sınırlı olduğu şeklindedir. Halbuki Türkmenler ve Şiiler’in Amerikan işgaline tahammül etmeleri ve yer yer işbirliği yapmaları işgalden memnun oldukları ve mevcut tutumlarının hep devam edeceği anlamına gelmez. Ayrıca saldırıların artık sadece belli bir bölge ile sınırlı olduğu düşüncesini, Musul, Kerkük’te artan eylemler ve Güney’de İtalyanlar’a yönelik gerçekleşen saldırıdan sonra inandırıcı bir şekilde korumak mümkün değildir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)


 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 3 Aralık
Askeri Alanda Devrim (RMA) ve Amerikan Askeri Gücü

ABD günümüzde askeri anlamda rakipsiz bir süper-güçtür. ABD askeri alandaki üstünlüğü sadece sayısal değil aynı zamanda nitelikseldir. Bu güç ABD’nin ileri silah sistemlerinde olduğu kadar bu sistemleri doktrinlere, eğitime ve düşünüş biçimine başarılı bir şekilde entegre edebilmesinden kaynaklanmaktadır. ABD'nin öncülüğünde ve hatta tekelinde gerçekleşen 'askeri alanda devrim' (AAD - Revolution in Military Affairs) kavramı Türkiye’de yeterince derinliğine tartışılmamaktadır. ‘Devrim’ kelimesinin kullanılması değişimin sadece ya da ille hızlı olacağı anlamına gelmeyebilir. Burada ‘devrim’ kelimesinin kullanılması değişimin köklü olacağı, yeni savaş metotlarının eskilere oranla çok daha etkili olacakları, eski ile yeni arasındaki farkın büyük ve çarpıcı olacağı şeklinde yorumlanmalıdır. Son günlerde hep Irak’ta ABD’nin özellikle güvenlik alanında yaşadığı problem ve başarısızlıkları konuşulurken ABD askeri gücünün özellikle nizami savaşta kazandığı etkileyici başarı, yakaladığı seviye ile diğer düzenli ordular arasında giderek artan mesafe gözden kaçırılmamalıdır. Amerikan askeri gücünün büyüklüğü kadar kalitesi, hızla konuşlandırılabilmesi, fazla kayıp vermeden başarıya - en azından askeri anlamda- ulaşması, bu gücü daha sık kullanılması sonucunu getirebilir. ABD giderek tehdit merkezli (‘threat-driven’) stratejilerden ‘yapabiliyorsam, yaparım’ şeklinde özetlenebilecek ‘kapasite temelli’ (‘capabilities-based’) yaklaşıma geçmektedir. Bunda askeri kuvvetlerine duyduğu güvenin de büyük rolü vardır. Bu sürecin en önemli unsurları bilgi, hız, manevra, kesinlik, öldürücülük, değişik kuvvet birimlerin birbirleriyle uyumlu ve iletişim halinde savaşması (Jointness), özel kuvvetler, ileri konuşlandırma, (‘forward deployment’), ‘şok ve dehşet,’ daha küçük ve çevik birlikler, hedefi tam isabetli vuran güdümlü silahlardır. Bu devrimin üç boyutu olduğu iddia edilebilir: 1) Teknolojik, 2) Bürokratik-örgütsel, 3) Stratejik-doktrinel. Sorun ileri askeri teknolojiyi üretmek kadar hatta belki de bundan da fazla bu teknolojiyi en iyi kullanabilecek bireyleri ve birimleri eğitmek, organizasyonu kurmak ve stratejiyi buna göre yenilemektir. Bilgisayar, enformasyon, uydu ve komünikasyon teknolojisindeki ilerlemelerle beraber harekat öncesinde ve sırasında düşman kuvvetlerini kendi kuvvetlerini önceden düşünülemeyecek kadar geniş bir alan ve uzak mesafeden tespit etme, kimliğini belirleme ve takip etme ve bu datayı çok hızlı ve bazen eş zamanlı ve etkili bir şekilde anlamlandırma ve işleme konusunda ABD’ye büyük avantajlar vermektedir.

Gelenek itibariyle entellektüel anlamda ve diğer bir çok bürokratik yapı gibi muhafazakar olan Türk askeri kültürünün kendisiyle hesaplaşması gerekmektedir. Türkiye’de ne yazık ki özellikle kavramsal olarak yeterince tartışılmayan ve bazı stratejistlere göre Amerikan güvenlik politikalarını ve hatta genel olarak savaşın, uluslararası ilişkilerin doğasını etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek bir gelişme olan AAD’in Türkiye için çok pahalı bir lüks olduğu, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditlerin bunu gerektirmediği ve AAD’nin Türkiye’ye dışarıdan empoze edilmesinin yeni bir silahlanma pazarı yaratma amaçlı olduğu yönünde düşünceler bulunmaktadır. Eğer Türkiye pahalı ya da meşakkatli olduğu için, geç kaldığı için, bu yönde bir siyasi irade olmadığı için, bu devrimi yakalayamıyorsa hiç değilse AAD’yi daha kavramsal açıdan daha yakından takip etmeli, bu konu üzerine kafa yormalı ve bunu bir şekilde kendine uyarlamaya çalışmalı, AAD’yi yakalayan ordularla savaşmak zorunda kalması ihtimaline karşı taktik ve stratejiler geliştirmelidir. Türkiye askeri alanda deneyler yapmaktan vazgeçmemelidir. Türkiye gibi ülkeler devrimin teknolojik ayağını geriden takip etmek zorunda olabilir. Ancak önemli olan ‘öncülerle’ aradaki mesafenin çok açılmaması, devrimin teknolojik olmayan doktrin ve eğitim gibi boyutlarında atak olunması, devrimi yaşayan ülkelere karşı asimetrik dahil stratejiler geliştirilmesi ve kapasiteler kazanılmasıdır. Amerikan Savunma Bakanı Rumsfeld’in de dediği gibi ‘düşünme, eğitim, talim (exercise) ve savaşma alışkanlıklarımızı değiştiremezsek dünyanın bütün ileri teknoloji silahları bile askeri gücümüzün dönüşmesine yetmez.’ Buna değil uyum sağlamak belki de sadece takip etmek için bile organizasyon yapısı, doktrin, askeri kültür, bütçe, silah ve eğitim programlarında değişim ihtiyacı bulunmaktadır. (Sanli Bahadir Koç, Amerika Arastirmalari Masasi, Arastirmaci)



Pazartesi, Aralık 01, 2003
 
Bu sitedeki yeni mesajları e-mail ile almak istiyorsanız lütfen ajp1914@yahoo.com adresine yazınız
G-ABD 1 Aralık
Komplo Teorileri ve Terörle Mücadele Üzerine Beş Not

1) Her şey komplo değildir ama dünyada komplolar vardır. Uluslararası politikada bazı şeylerin ilk başta --ve hatta uzun süre bakıldığında-- görünenden farklı olabileceğine dair tarihte yeterince örnek vardır. Türkiye’de ‘derin devletin’ bazı komploların arkasında olduğu düşünülürken tamamen de haksız olmayan şekilde kullanılan hayal gücünü işin içine yabancı devletler ve istihbarat örgütleri girdiğinde kullanmaktan kaçınmak doğru olmayabilir. Hiçbir şeyin komplo olmadığında ısrar etmek, her şeyin komplo olduğunu düşünmek kadar değilse de, bir ölçüde, gerçeği bulmamızı zorlaştırabilir. Komplo teorileri, aynen kavramlar, modeller, korelasyonlar gibi dünyayı anlamaya çalışırken kullanabileceğimiz ‘zihinsel alet çantamızdaki aletlerden biri’ olabilir. Komplolar çantadaki tek alet olmamalıdır ve muhtemelen ilk kullanılacak alet olup olmadıkları da tartışmalıdır ama onların her zaman ilkel veya hastalıklı zihinlerin ürünleri olduğunu iddia ederek tamamen ‘saygınlıktan’ yoksun hale getirip ‘yasaklamak’ da bizi bir süre sonra sorulması gereken soruları kısıtlamaya götürebilir. Komplo teorileri hakikati bulmaya yetmeyebilir ve bazen bizi karanlık dehlizlere ve çıkmaz sokaklara götürebilir. Ama öte yandan ‘kontrollü alınmak şartıyla,’ diğer entelektüel enstrümanların sormamıza imkan tanımadığı ya da cevaplamamıza yardımcı olamadığı bazı soruları gözden kaçırmamamızı sağlayabilirler.

2) Teröristlerin hepsini, her zaman ve tamamen değilse de, bir kısmını, bazen ve bir dereceye kadar caydırmak ve engellemek genelde sanılan kadar imkansız olmayabilir. Terör eylemlerine karşı muhtemel eylemcileri yakalama, engelleme, vazgeçirme, caydırma, tereddüde sürükleme, yok etme, eylemin gerçekleşme, başarılı olma ve düzenleyenlerin umduğu türden sonuçlar yaratma ihtimalini azaltarak ve bu tür sonuçlar yaratmadığını ‘göstererek’ potansiyel teröristleri vazgeçirme gibi yöntemler kullanılabilir. Elbette bunları söylemek başarmaktan çok daha zordur. Bu arada bazı teröristlerin eylemlerini gerçekleştirmek için ölmeyi göze almış olmaları onların yakalanmayı da aynı derecede göze aldıkları anlamına gelmeyebilir. Potansiyel eylemcilere bazı eylemlerin kolaylıkla engellenebildiğini göstermek amacıyla suni bazı engelleme/yakalama senaryoları yaratarak onların algılarını etkileme yoluna gidilebilir. Ahlaki olarak belki bir parça tartışmalı olsa da, teröristlerin geride bıraktığı yakınlarının --ve davalarının-- bu eylemlerden dolayı zarara uğrayacağı düşüncesi ölümü göze alanlar dahil bir kısım teröristi tereddüde sürükleyebilir. Son eylemlerden sonra kamuoyunda yuvarlak sözler ve semantik tartışmaların ötesinde somut çözüm önerileri, yaratıcı ve hatta ‘uçuk’ diye tabir edilebilecek fikir ve tartışmalara ihtiyaç vardır. Dünyadaki terörle mücadele literatürünün özenle taranması bu tartışmaya bir başlangıç olabilir. Terörle mücadelede istihbaratın, bunun zamanında işlenip operasyonel hale getirilmesinin, değişik istihbarat kurumları arasında ve bunlar ile kolluk kuvvetleri arasında etkin bir koordinasyon sağlanmasının önemi açıktır. Türkiye, uzun yıllar terörle mücadele etmiş olmasından hareketle terörü iyi tanıdığı ve çözümü de zaten bildiği yanılgısına düşmemelidir. Türkiye’nin bayram öncesinde yaşadığı terör, kaynakları hakkında ciddi belirsizlikler olmaya devam etse de ülkenin şimdiye kadar yaşadığı terörden ciddi farklılıklar gösteriyor olabilir. Dolayısı ile bu yeni terörle mücadelede eskiden kullanılan yöntemler yetersiz kalabilir.

3) Türkiye model olmanın bir yararını – en azından henüz – pek görmemiştir ama model olmanın maliyeti ile tanışmıştır. Bu durum ‘model olmayalım’ şeklinde anlaşılmamalıdır ama model olmanın risksiz ve maliyetsiz olmadığını fark etmemize sağlamalıdır. ‘Türkiye’nin terörle mücadelede bir cephe ülkesi olmasının’ anlamı ne olabilir? Bu durumun Türkiye’nin egemenliğine müdahale anlamına gelebilecek sonuçlarına karşı dikkatli olunmalıdır. Batı’dan, ‘burada yaşananlar senin ötende anlamlar taşıyor. Sen tek başına yetmezsin ya da yetmeyebilirsin. Bırak bizim adamlarımız da gelsin senin ülkende çalışsınlar’ şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım gelebilir. Ankara terörle mücadelede işbirliği ile egemenliğini korumada kıskanç olmak arasında zorlu tercihlerle baş başa kalabilir. Ayrıca son bombalamalardan sonra Batı’dan Türkiye’ye tamamen de haksız olmayan şu telkinler gelebilir: ‘Senin Kürt terörü dışında başka terör problemlerin var. PKK terörü yıllardır ciddi bir eyleme girişmedi. Halbuki bu daha yeni oldu ve arkası da gelebilir. Bırak şimdi PKK’yı. Buna bak. Buna bakalım.’

4) Türkiye’deki son terörist saldırılar Türkiye’yi AB üyeliğine yaklaştırır mı, uzaklaştırır mı? i) Avrupa, Türkiye’ye el uzatmazsak onu tamamen kaybederiz’ diyerek Ankara’ya şimdiye kadar olduğundan daha sıcak mı yaklaşır, ii) yoksa ‘Türkiye bu olaylarla hala Orta Doğu’nun parçası olduğunu göstermiştir, onu içimize almak gerek coğrafyasından gerekse iç bünyesinden kaynaklanan problemlerini ithal etmek anlamına gelir’ diyerek şimdiye kadar olduğundan da daha mesafeli bir tutum mu alırlar? Kötümser bir tahminle denebilir ki, görünüşte bazı jestler gelse de AB üyeliği gibi somut konulara geldiğinde AB’nin yaklaşımı daha çok ikincisine yakın olacaktır. AB, üyelik sürecini hızlandırmak ve netleştirmek dışında Türkiye’ye destek olarak verebileceği yeni şeyler arayışına girebilir. Bunlar arasında ekonomik yardımı arttırma, Kıbrıs konusunda Yunan pozisyonuna daha yakın olan pozisyonunda ısrar etmekten vazgeçme gibi ihtimaller yer alabilir.

5) Türkiyedekiler dahil son terör saldırıları en azından bir açıdan Bush’u memnun etmiş olabilir: Bush seçim kampanyası yaklaşırken dünyanın geri kalanından farklı olarak ABD’nin içinde bir terör eylemi geçekleşmezse seçmenlerin karşısına ‘bakın, aldığımız önlemler sayesinde çok istedikleri halde ABD’nin içinde eylem yapamıyorlar. Burada yapamadıkları için başka yerlerde yapmaya çalışıyorlar. Demek ki doğru yoldayız’ şeklinde özetlenebilecek ve ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır olsa da Amerikan seçmenini etkileyebilecek bir söylemle ortaya çıkabilir. (Şanlı Bahadır Koç, Amerika Araştırmaları Masası, Araştırmacı)